Dialektik... kritisch und revolutionär
Değerli okur! "Eleştirel ve devrimci diyalektik" Karl Marx'ın ayrıntılı bir açıklamasını yazıya dökme fırsatını asla yakalayamadığı ancak tutkulu bir biçimde bağlı olduğu yöntemini adlandırmak için kullanmış olduğu bir ifade. Ayrıca burada paylaşılan denemelerin dile getirdiği arayışın nesnesini oluşturuyor. Bu arayışı kendini eski metinlerle sınırlayan bir tür ruh çağırma ayini olarak değil içinde bulunduğumuz zamanda bizleri çevreleyen kimi kuram ve pratikleri inceleyerek sürdürmeyi seçtim, çünkü diyalektiğin donuk kalıplar bütününden ziyade içinde bulunduğumuz an'ı kavramamızı sağlayan canlı bir teori olduğunu düşünüyorum. İnsanın hakikati arama çabasında hayat bulan ve bu çabanın evrimine katkıda bulunan bir diyalektik anlayışını paylaşmak dileğiyle...
Posted on 11:50 AM

Bir HAYIR yazısı daha

Filed Under (,) By yalçın at 11:50 AM





16 Nisan’da yapılacak olan referandum türünden, sayısız kişi, kurum ve gelişmeyi birbirine bağlayan olayları değerlendirmek daima güç bir iştir. Neyi dışarıda bırakıp neyi dahil edeceğini tespit edebilmek kadar nereden başlayacağına karar vermek de insanı zorlar, zorluyor da. Bu yazı bir Hayırcı tarafından; kendi hayırının altını doldurmaya çalışan, henüz kararını vermemiş ya da evet demeyi düşünen çeşitli kesimlere yönelik olarak yazıldığı için, meseleyi referandumda hayır demeli miyiz? daha doğrusu neye, niçin hayır demeliyiz? soruları etrafında ele alacaktır.

Öncelikle işin sıfır noktasından başlayalım. Evet ile Hayır arasındaki çekişme anlamsız bir didişme, sonucu – kazananı ve kaybedeni baştan belirli bir mizansen ya da bu kamplarda yer alanların kazanmaları halinde her türlü muratlarına erecekleri sihirli bir olay değildir. Evet kazanırsa hedefine oldukça yaklaşmış olacaktır belki ancak ülkeyi yönetemeyen – unutmayalım ki, mevcut OHAL ve referandum da bunun bir sonucudur – mevcut iktidarın genel seçimlere kadar nasıl idare edeceği tam bir muammadır. Kaybetmesi halinde daha da zorbalaşacağı; yeni zorlamalarla, Allah’ın yeni lütufları için yapılacak oyunlarla kamuoyunu meşgul edeceği kesindir. Hayırın kaybetmesi durumunda son iki ayda ortaya konan – 2013 ve 2015’in bakiyesini canlandıran – emek ve yaratılan etki üzerine savunma hatları inşa etmesi; kazanması halinde ise yeni bir Türkiye için hayırları ortaklaştırma yollarını örmesi gerekmektedir. Ayrıca sonuç hiç de Evet için çantada keklik görünmüyor. Hatta kesin olan bir şey var ki, halkın yüzde 85’inden fazlası sandığa giderse referandum hayırlı bir biçimde sonlanacak. Bu hem de Evet’in siyasal iktidarın tüm olanaklarını saldırgan bir biçimde ve millete gına getirecek ölçüde kullanıyor olmasına rağmen böyle. Dolayısı ile referandumun anlamsız bir itişme olmaktan uzak olduğunu; bir zorunluluk ve de bir fırsat ile karşı karşıya olduğumuzu kavramamız ve de oyumuzu kullanıp, tercihen mührü Hayır’a basmamız gerekiyor.

Söyleyeceklerimiz bununla sınırlı değil. Hayır’ın neye ve ne amaçla verildiği üzerinde durarak anlamını ve de değerini belirlemeye çalışıyoruz. Neye hayır dediğimiz ilk planda oldukça açık: Tek adamlığa, tek adam rejimine, sistemine, iktidarına, yönetimine... külliyen hayır diyoruz. İşin önemli yanı, bunu sadece malum bir kişi için söylemiyoruz. Söz konusu kişi özelinde cisimleşmiş bir rejime, iktidar ve sömürü sistemine itiraz ediyoruz. Bugün önümüze tek adamlık dayatması biçiminde konulan şey aslında, bu ülkeye – ve de son dönemde mantar gibi bittikleri diğer ülkelere – tek adamlıktan, otoriter popülist rejimlerden başka önerebileceği hiçbir şey kalmamış olan neoliberalizm ve de onun bu coğrafyadaki en hevesli/maharetli formasyonu olan siyasal İslam’dır. Referandumda bizden fiilen uygulanmakta olan tek adamlık rejiminin hukuki üstyapısını onaylamamız isteniyor. Hayır diyerek ülkenin hiçbir yapısal sorununa gerçek bir çözüm sunamayan bu ikilinin bizleri koşulsuz şartsız esir almasına karşı çıkmış oluyoruz.

Neoliberalizm ve siyasal İslam - İslami söylem ve imgeleri kullanarak uluslararası kapitalizm ile eklemlenme projesi - ikilisinin yarattığı iktidar ve bugüne nasıl geldiğimiz üzerinde durarak bizim hayırımızı netleştirmeye çalışacağım. Mevcut iktidarın bu sistemin ilk ürünü olmadığını hatırlatmakla başlayayım. 80’li yılları hatırlayanlar, işin aslına ilişkin kolayca fikir sahibi olabilirler. Bugün karşımızda olan iktidar, 15 yılın sonunda, sistemin ikinci sürümünün en yeni güncellemesi (2.x) olarak değerlendirilmelidir. Bu sürüm 2010 yılında gerçekleştirilen yine bir anayasa referandumu sonrası geri dönüşü olmayan yola girmiş bir sınıf iktidarıdır. 2010 yılında 82 Anayasası’nı bu anayasanın mantığını pekiştirecek şekilde, yürütmeyi güçlendirerek değiştiren ve de bunu hegemonik kapasitesini kullanarak demokratikleşme diye kabul ettirebilen iktidarın anatomisini anlamak açısından onun bir sınıf iktidarı – bununla egemen sınıf içindeki rekabeti yönlendirme ve de emekçi sınıfları tahakküm altında tutabilme kapasitesini kastediyorum – olduğunu kavramak önemlidir. İdeolojik hegemonyası gerilemiş olsa da sınıfsal açıdan iktidarını önemli ölçüde devam ettirmektedir.

Bu iktidarın sacayağını oluşturan temel öğeler üzerinde durarak Hayır’ın anlamını, neye hayır dediğimizi belirginleştirmeye çalışalım. İşin iktisadi kısmı ile başlayalım. Karşımızdaki tek adam iktidarı her neoliberal iktidar gibi varlığını devletin düzensizleştirilmesi, piyasalaşma ve finansallaşma gibi karakteristik iktisat politikalarını uygulamaya geçirmeye adamıştır. Bununla birlikte ücretlerin düşürülmesi ve işsizlik oranlarındaki artış yine tipik bir neoliberal çıktıdır. Önemli olan bunun nasıl yönetildiği. Kullanılan araçlar aslında oldukça tanıdık, borç ve sosyal yardım ancak bunların nasıl kullanıldığı üzerinde durmalıyız. Tüketici kredilerinin, kredi kartlarının, mortgage’ların insanların barınma, beslenme, giyim, eğitim, ulaşım ve entelektüel gelişim gibi temel haklarına kalıcı bir çözüm yaratmaktan ziyade onları kronik borçluluğun pençesine alarak terbiye etmeye yarayan biçimde kullanıldığına tanık oluyor ve de yaşıyoruz. Yine sosyal yardımların da, kamu kaynakları ile gerçekleştirilen ancak iktidarın özel icraatı gibi sunulan hepimizin malumu olan ayni ve maddi yardımların da, yoksulluğu ortadan kaldırma ve de bu yardımları alan insanların kendi kendine yetebilmelerini sağlayacak toplumsal dönüşümü gerçekleştirmekten uzak olduğunu görüyoruz. Ancak durum sadece bununla sınırlı değil. Eğer öyle olsaydı emekçi sınıfların hem daha üst seviye gelirli olanları hem de daha dar gelirli olanları iktidara karşı çok daha kolay bir biçimde net bir tavır alırlardı. Bunu engelleyen unsur, borçlandırmanın ve sosyal yardımların boyunduruk altına alma gücüdür. Her ikisi de emekçi sınıfları terbiye etmekte, güvencesizleştirmekte ve de iktidarın varlığına dair sistematik bir ihtiyaç içerisine sürüklemektedir. Ayrıca dini ve dini olmayan imgeler kullanılarak bu zorunluluğa ilişkin mitler yaratmaktadır. Sonuç olarak, artan sömürü ve yabancılaşma oranları borçlanarak yapılan bina, yol ve köprülere yönelen fetişizmi doğurmakta; istikrar, hizmet ve hamd gibi sözcükler gerçekte tam ters yönde olup bitenlerin kutsanması anlamını taşımaktadır.

Tek adam iktidarının siyasi yönü öncelikle kendisini var eden ve asla aşılmaması gereken çizgilerin belirlenmesi ile başlar. O da uluslararası sermayenin çıkarlarını kollama ve uygulama olarak adlandırılabilir. Bu konuda memleket tarihinde eşi görülmemiş bir uyum ve “başarı” sağlanmış olması iktidarın devamını ve tek adamın kendisini bu iktidar ağı içinde kilit noktaya taşıyan önemli unsurlardan birisidir. Bu konudaki açık ya da gizli başarıların sağladığı kredi sayesinde arada kimi dayılanmalara ve esip gürlemelere göz bile yumulabilir. Önemli bir başka husus ülke genelinde pazarın kontrol edilmesidir. Mikro iktisat terminolojisi ile pazara kimin girip çıkacağı, gerçek hayatta ise inşaat, medya, tekstil gibi kilit sektörlerde kimin hangi karşılığı vererek ekmek yiyip yemeyeceği iktidar tarafından belirlenmektedir. Tüm bunlar gerçekleştirilirken dar bir aile çevresi ve danışmanlar kuşağı dışında sabit bürokratik bir gövde ve yönetici elitin yaratılmamış olması oldukça önemlidir. Tek adamın sorumlu olduğu ve de bir oranda yetkiyi paylaştığı bir yöneticiler loncası tehdit olarak algılanmaktadır ve bu işleri yapacak kadrolar taşerona havale edilir. Başarısızlık olduğunda hesap verecek olanlar da bunlardır. Birinin gidip diğerinin gelmesi kaçınılmazdır. Son olarak değinilmesi gereken husus muhtarlar. Muhtarların sistemdeki işlevi sadece canlı dinlemek zorunda kaldıkları söylevler değil; iktidarın tabana yayılmasını sağlamaktır. İktidarın yarattığı imkan ve aynı zamanda tehditlerin en tepeden doğrudan tabana yayılmasına imkan verir.

Tüm bu unsurları sarıp sarmalayan ideolojik hale, Batılı ülkelerin – özellikle Almanya’nın – gelişmişlik seviyemizi kıskandığını ve de aynı anda Osmanlı İmparatorluğu’nu dirilten bir Kurtuluş mücadelesi vermekte olduğumuzu savunan bir milliyetçilikten ibarettir. Dış ilişkilerdeki başarısızlık, askeri ve politik hezimetlere dönüştükçe; iktidarın, vaat ettiği toplumsal barışın – Kürt sorununun çözümü, Alevilere yönelik açılımlar vb. – bizzat en büyük engelleyicisi olduğu anlaşıldıkça bu ideolojik tutum son derece saldırgan bir hal almaktadır. İktidar kendi tabanınında tepkiselliği adeta kaşımakta, bu ideoloji aracılığıyla karşı tarafa kanalize etmekte, tehdite dönüştürmekte ve toplumu terörize etmektedir.

Tüm bu sacayakları birlikte işlemekte; iktisadi alanda firmalar iflas eşiğine geldikçe, dolar – dış borç rekorlar kırdıkça, bireysel borçluluk arttıkça ve yardımlar azaldıkça, siyasi alanda parti ve kadrolar işlevsizleştikçe, dış politika göçtükçe, toplumsal barış günden güne zarar gördükçe ülke yönetilemez hale gelmektedir. Ülkenin yönetilemez hale gelişi ile siyasi sistemin daralması, tek adamlığın öne çıkması neden sonuç ilişkisine dayanmaktadır; çünkü yukarıda saydığımız tüm olumsuzluklar olağanüstü tedbirler, sert ve olumsuz sonuçları düşünülmeden hızla atılması gereken adımlarla üstesinden gelinmeye çalışılmaktadır. Kimsenin rızasını almak için vakit kaybedilmemesi, tek doğru ve yeterlilik kriteri olarak iktidara duyulan sadakat olması gerekmektedir. Zira iktidarın meşruluğunun ortadan kalktığını gösterecek hiçbir olayın gerçekleştirilmesine tahammül gösterilemez. Çözüm toplumsal yabancılaşmanın gün geçtikçe derinleştirilmesinde aranmaktadır. Nefret ve şiddet eylemleri çoğalmaktadır, iktidar toplumun birbirine düşmanlaşmasını, kapatmayı bir yönetim tekniği olarak benimsemektedir. Kadınlara sokağı, öğretmenlere okulları, habercisine medyayı, sanatçısına sahneyi kapatmaktadır. Ülkenin ortak zenginlikleri talan edilirken kadınlara ve çocuklara taciz ve ölüm; hocalara, sanatçılara, hukukçulara medeni ölüm; vatandaşına ve siyasetçisine ise operasyon ve gözaltı vaat edilmektedir.

Yürütmeyi etkinleştirme arzusu artık tüm sorumluluğun meclise, topluma ya da mahkemelere karşı hiçbir sorumluluğu olmayan bir tek kişi ile memleketi yönetme daha doğrusu zapt etme ihtirasına böylece dönüşür. İktisadi ve siyasi kötü gidişin mimarı ve müsebbibi olan iktidar bizden sorunların tek çözümünün kendimizi onun ellerine daha da çok terk etmemiz olduğuna inandırmaya çalışıyor. Durum, hem Senato’nun başında olan hem de sorun çıkaran Ticaret Federasyonu’nu perde arkasından yöneten kişinin bu çatışmanın çözümü için olağanüstü yetkilerle seçilip kendisini imparator olarak atadığı Star Wars filmi senaryosunu andırmaktadır. Bu duruma yapılan her türlü itiraz ve eleştiri hainlikle suçlanmaktadır ki bu durum aslında başkan ile devletin kurumsal kimliğinin ayrılması neredeyse imkansız olduğu tek adam rejimlerinde kaçınılmazdır. Bereket referandum propaganda dönemin ilk başlarda kullanılan tehditkar dilin, hayır diyecek olanların bir çırpıda hain ve dinsiz ilan edilmesinin oy oranlarına müspet bir biçimde yansımadığı göstermesinden olacak ki şimdilik frene basılmış gibi görünmekte. Anayasa değişiklik paketinin içeriğinin tartışılmasının önüne geçilmesi için her türlü çaba sarfediliyor. Bu da aslında iktidar açısından mantıklı bir adım. Sanki istedikleri herhangi bir adımı atmalarının önünde herhangi bir engel varmış gibi memleketin yönetim sistemini neden değiştirmek istediklerini nasıl anlatabilirler ki? İnsanlara ben hem devletbaşkanı olacağım, hem partimin tekrar başına geçeceğim, meclis benim kuklam olacak, bana hesap soramayacak, yeniden seçileceğimi anladığım anda kafama göre meclisi de feshedebileceğim, aynı zamanda yargıyı ben dizayn edeceğim, bütçeyi ben hazırlayacağım, KHK’lar ile fiilen yasama organı da ben olacağım, kabine de benim istediği gibi kurar kaldırır istediğimi atarım, bir de bunların hepsi bir yana ordunun komutası da bana bağlı olacak, her türlü tedbiri alabileceğim nasıl denilebilir ki?

Bizler bunların anlatılamayacağını biliyoruz. Tüm bu düzenlemelerin teklif edilmiş olmasından bile utanç duyarak hayırımızı dile getiriyoruz. Ülkeyi bir uçurumun kenarına taşımış olan iktidarın, sorunların kaynağında olan kişilerin kendilerini sorunların çözümünün adresi olarak sunmalarını kabul etmiyoruz. Bu iktidarı yaratan neoliberal yönetişim mantığının ve onun maskesi olan siyasal İslam’ın bu ülkeye verebileceği hiçbir şeyin olmadığını dile getiriyoruz. Hayırlarımızı ortaklaştıracak, zenginliği paylaşan, barışın, eşitliğin ve özgürlüğün Türkiye’sinin kuruluşu için bir ön adım olarak oyumuzu kullanıyor ve de oylarımıza sahip çıkıyoruz.



Dün akşam saatleri itibariyle Nihat Doğan’ın Survivor yarışma kadrosundan çıkarıldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Yine bu “zafer” anının kamuoyunda yaratmış olduğu tatminin boyutu tüylerimizi diken diken ediyor. Postmodern Türk medyasının vakur prensi Acun Ilıcalı’nın soylu davranışı öfkeyle sıkılan yumrukları, “İDAM ULAN!!!” diye kasılan salyalar içindeki ağızları yumuşatmaya ve yürekleri ısıtmaya yettikçe içimiz bir tuhaf oluyor. Etraftaki abuklukların hangisine ne diyeceğimizi bilemeden yutkunuyoruz. 



Kadın dövmemeyi adamlık “erdemi” diye yutturmaya çalışan ikiyüzlülerin yaşadığı bir ülke burası. Hal böyle olunca Özgecan’a yapılanlar karşısında gösterilen tepkiler de; anlık da olsa bu gerçeklikle yüzleşmeye, milyonlarca kadının maruz bırakıldığı tahakkümün adını koymaya yarayacağına farklı saçmalıkları doğuruyor. Bunlardan birisi, sosyal medyada başlatılmış olan Nihat Doğan’ın Survivor adlı yarışmadan men edilmesi yönündeki talebi içeren kampanya.

Kimse yanlış anlamasın; ne Nihat Doğan’ın ne Akit’in ne de benzeri örneklerin seviyesizliklerine tepki gösterilmesini yadırgıyor değilim. Nihat Doğan AKP’lilerden daha çok AKP’liliği, solculardan daha çok solculuğu, milliyetçi – muhafazakar Türkler’den daha çok Türklüğü, Kürtler’den daha çok Kürtlüğü, Afrika’lılardan daha çok Afrikalılığı, erkeklerden daha çok erkekliği vb. içinde barındıran bir hiç. Fakat yine diğer birçok hiçlik gibi hayatımıza gereğinden fazla etkisi oluyor. Bu etkinin kırılması şart. Ancak söz konusu şartın yerine getirilmesi için kamuoyunda ortaya çıkan refleks çok daha vahim bir durumu ortaya koyuyor.

Şöyle bir masal düşünelim. Eski zamanlarda, padişahlıkla yönetilen bir ülke olsun. Bu ülkenin padişahı vezirleri ile birlikte geceleri tarlalara dadanıyor, ekinleri çalıp depoluyor olsunlar. Köylülerin, içlerindeki en akıllı ve cesur olanların etrafında birleşip tarlalarına üşüşen musibeti ortadan kaldıracak yollar aramak yerine, sorunu gidip durumu padişaha şikayet ederek çözmeye çalışmaları işleri ne kadar içinden çıkılmaz bir hale getirecekse biz de toplumca kendimizi bu hale sokmaktayız. Etrafımızdaki hiçliklerden beslendikçe egoları, cepleri ve nüfuzları gelişenlerden derdimize çare olmalarını istiyoruz. Sorunun nedenlerine çözüm umudu payesi biçiyoruz.

Acun Ilıcalı 2 işlevi yerine getiriyor. İnsanların duygularını, yeteneklerini ve ütopyalarını sömürüyor ve rekabet içinde kendini kaybeden, kazanmak için herşeyi yapabilen bir insan modelini topluma pompalıyor. Bunu yaparken Nihat Doğan’ı da ya da memleketin herhangi bir mahallesinde rastlayacağımız ortalama insanı da kullanmaktan çekinmiyor. Bu işlevleri yerine getiren birine adaleti sağlayan saygın bir kişi muamelesi yapılması ise insanı çileden çıkarıyor. Dünden beri, bir süredir ürettiği onlarca nihattan hangisini yarışmaya alsa kârından en az zarar eder diye düşünüp hayıflanan birisinin baş tacı edilmesi memleketin durumunun içler acılığını ortaya koyuyor. Kamuoyu olarak alınan men kararı ile coştukça, sorunların arka planını oluşturanlara zararlarını telafi etmek için hesap kitap yapma geriye kalanlara ise sorunlarının neden ve sonuçları arasında oluşturdukları sarmal içinde hakikatten ve çözümden uzaklaşmak kalıyor. Kadınların ve toplumun kurtuluşu ise sahte peygamberlerden ya da kendilerinin ürettiği hastalıklara derman olması için çağrılan uyduruk şifacılardan değil örgütlenmekten, birlikte mücadele etmekten ve her şeyden önce kendimizi dönüştürmekten geçiyor.

Posted on 5:01 AM

Apolitikliğin Politikası: Hizmet Siyaseti*

Filed Under () By yalçın at 5:01 AM

Hegel Hukuk Felsefesi’nin girişinde Minerva’nın Baykuşu'nun gece yarısından sonra öttüğünü belirtir. Hegel’in şafağın sökümünden önce kulaklarımıza çalındığını iddia ettiği baykuş ötüşü, bilgeliğin sesini temsil etmektedir. Aynı zamanda Hegel’in epistemolojisini özgün bir konuma ulaştıran bir özelliğin, sonda olma özelliğinin ifade edilişidir bu sözler. Şöyle ki, kendisine göre bilgelik (hakikate ulaşma), ancak bir sürecin bütün olarak kavranabildiği bir tarihsel uğrağa erişmesi ile edinilebilecek bir niteliktir. Diğer bir deyişle, olgunlaşmış bir bütün olarak ortaya çıkmadıkça hakikatine ulaşmaya çalıştığımız bir nesnenin özünü kavramak mümkün değildir.

Hegel’in bilgelik hakkındaki yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerini alıntılamamın nedeni, demokrasi tarihimiz – daha doğrusu siyaset yapma biçimimiz – açısından bizi hakikate ulaştırması mümkün olan bu türden bir tümlüğe doğru ilerler bir halde olmamızdandır. Son seçim sürecinde demokrasimizin son alamet-i fârikası olarak billurlaşan siyaset pratiği ve algısı, demokrasimizin özünü kavramamızı sağlayacak bir olgunluğa erişildiğini gösteriyor. Hizmet siyaseti olarak adlandırılan bu siyaset pratiği ve algısı üzerinde durarak demokrasimiz üzerine söz söylemeden önce son olarak siyaset ile demokrasi arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmakta fayda var. Siyasetin demokrasiye oranla daha geniş bir anlama ve pratik alanına sahip olduğunu unutmamalıyız. Bu demek oluyor ki, demokrasi – bizde aldığı somut biçimiyle demokrasi – siyaseti algılama biçimimiz ve siyaset yapma biçimimiz tarafından sarmalanmış durumdadır.  Bu yüzden meseleyi ele almaya siyaset ile başlamak gerekmektedir.

“Siyaset nedir?” sorusu ile başlayalım. Politika sahnesi olarak önümüze konulan ortamda yaşanan şeyler bütünü mü yoksa özel olanın dahi konu edilebileceği bir özneleşme alanı mıdır? Sanırım ilk sorunun sokak ile ana akım medyanın siyasete ilişkin tahayyülüne, ikincisininse ideal olana gönderme yaptığı oldukça açık. İki tanımın bizlere çağrıştırdıkları bu durumu net bir biçimde göz önüne seriyor. İlk tanım gözümüzde kısır tartışmaların sürüp gittiği, erkek egemenliğinin, yozlaşmanın ve ilkesizliğin hüküm sürdüğü bir ortamı çağrıştırırken; ikinci tanım dünya tarihinin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkan ve insanların özgürleşme deneyimini tatmalarıyla sonuçlanan olaylardan süzülüp, bu deneyimi daimileştirmeye yönelen teorilerle harmanlanan bir pratik biçimine gönderme yapmaktadır. Biz burada siyaset anlayışımızı ve demokrasi ufkumuzu bu ikinci terim çerçevesinde şekillendirmekte olduğumuzu belirtelim. Siyaseti icra edenler ile bu alanda yaşananları dışarıdan izleyenler biçiminde bir bölünmenin varlığını meşru kılacak her türlü tutumun siyasetin önünde bir engel olduğunu düşünüyoruz. Bu tutumun aksine, siyasetin herkese açık olan insanların kendilerini birer özne olarak kurdukları ve dolayısıyla özgürleştikleri bir edim olduğu görüşünü savunuyoruz.

Bireylerin kendi sınırlı çıkarlarını savunabilme biçimlerini ve bu çıkarların ufkunu belirlemek açısından evrensel meselelerin konu edildiği bir özgürleşme ediminin özneleri haline gelmeleri siyaset dolayımıyla mümkün olabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında ülkemizde siyasetin ve bu siyasal iklimin el verdiği biçimiyle demokrasinin bir takım yapısal sakatlıklar barındırdığı sıkça tartışılan bir konudur. Patronaj kavramı bu bağlamda dile getirilerek, siyaset erbabı ile vatandaş arasındaki ilişki çerçevesinde ikinci grupta yer alanların ilk gruptakilerin güdümüne giriş biçimleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bireylerin sınırlı çıkarlarını tatmin etme biçimleri kamusal alanın tartışma konularından birisi olmaktan çıkmasıyla birlikte ortaya çıkan süreçte bireyler ihtiyaçlarını “nüfuzlu kişiler”in güdümüne girerek gidermekten başka bir çareye sahip olmadıkları gibi bu ihtiyaçların sınırlarının ve giderilme yöntemlerinin belirlenmesine yönelik karar alma süreçlerinden koparak öznelliklerini de yitirmişlerdir. Sonuçta ortaya çıkan tablo giderek – birinci tanımdaki – siyasetin, siyasetin kendisini yuttuğu; siyasetsizliğin norm halini aldığı bir demokrasi biçiminin gelişimidir.

Son dönemde ortaya atılan ve pek de tutmuş görülen “hizmet siyaseti” anlayışı da bu eğilimin mutlaklaştırılmış bir biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Patronaj ve benzeri siyasetsizlik biçimlerinin bir üst sürümü olarak piyasaya sunulan bu anlayış, siyaset erbabı ile vatandaş arasındaki ayrımı derinleştirdiği ve mutlaklaştırdığı ve de siyaset alanını “hizmet” üzerinden sadece siyasal iktidarın edimleri ile sınırladığı için öncekilere göre siyasetsiz bir siyaset üretmek açısından bir(kaç) adım öteye gitmiştir. Hizmet siyasetinin kurumsallaşması ile birlikte siyasetin konusunun hizmet veren ile hizmeti alan arasındaki ilişkinin tek yönlülüğüne indirgenmesi söz konusudur. Artık bireylerin ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçların karşılanması önündeki engelleri, bu engellerin nasıl kaldırılacağını ve bu ihtiyaçların nasıl giderileceğini belirleyen tek bir meşru güç – siyasal iktidar – olduğu kabulü günden güne yayılmaktadır. İktidarın kendi ihtiyaçlarını belirlemesine karşı çıkan insanların ya da mevcut sorunlara iktidar tarafından getirilen çözüm önerilerine muhalefet edenlerin siyasi yapının bütününe karşı gelmiş, “anayasal düzeni değiştirmeye yeltenmiş” birisinin görmesi beklenen muamelelerle karşılaşmalarının nedeni budur. Hizmet siyasetinde muhalefete – sistem içi ya da radikal muhalefet fark etmez – yer yoktur, iktidar tarafından tek yönlü bir biçimde yönlendirilen bir hizmet akımı vardır ve buna karşı gelmek aynı zamanda devletin bekasını tehlikeye atmak anlamına gelmektedir.

Hizmet siyaseti adı altında, siyasal iktidarın neyin hizmet yani meşru biçimiyle siyaset olduğunu belirleme tekelini ele geçirmesi siyaset alanını diğer bir deyişle bireylerin özneleşme alanını ciddi oranda daraltmaktadır. Bu açıdan bakıldığında demokrasi tarihimizde siyasetsizliğin siyasetin yani özgürleşmenin yerini alma süreci bakımından bir olgunluğa erişildiği iddia edilebilir. Siyasal olanın dönüşümünün belki de hiç olmadığı kadar aciliyet kazanmış olduğunu düşünüyorum. Mevcut durum göze alındığında siyasalın dönüşümünün Kafka’nın hikayelendirdiği dönüşümünün tam tersi bir anlama geldiğini, insanların tekrardan kendi yaşamlarını şekillendiren özneler haline gelmeleri anlamını taşıdığını belirtelim. Bu açıdan bakıldığında yapılması gereken iktidarın önümüze koyduğu demokrasi borusunu öttürmek yerine hizmet zincirlerini kırıp atacak bir siyaseti savunmaktır. Siyasetin olmadığı yerde demokrasinin olabileceği hayallerini görmeyelim.


* Bu yazı Sekizini Kıta adlı derginin dördüncü sayısında yer almaktadır.

Posted on 4:44 AM

akp, burjuvazi ve anti-estetik

Filed Under (,) By yalçın at 4:44 AM

*



Sondan başlayalım. Estetik zamanın mekan üzerinde nesneleştirilmesidir. Geçmişte kalan, geleceğine inanılan, tüm zamanları kapsadığı düşünülen ama illa ki içinde bulunulan zamanda "güzel" olanı cisimleştirmek; mekana ait kılmaktır. Güzel olan ise daima sanatçı tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir şeydir. İnsanın aslında güzel olanı görmesini bu kadar zor kılan - onu yeni güzellikler keşfetmeye mecbur bırakan - yine insan üretimi yapılardır aslında. İdeoloji olarak adlandırdığımız yapılar zihinlerimize belirli güzellik anlayışları yerleştirerek bir yandan zihinlerimizi iğdiş etmektedirler.

İdeoloji ile kavgası olmayanların ürettikleri sanat eserleri de bu yüzden söz konusu ideolojileri yeniden üretip durmaktan ileri gidemez. Ancak bu ideolojilerle kavgası olanlar yeni güzellikler keşfedebilirler, çünkü ancak bu tür insanlar güzellik alanının dışında yer aldığı kabul edilen hakikat alanlarından beslenirler. Mesela isyan ve şiddet (devrimci şiddet) bu tür alanlardır. Fransız Devrimi'nin sembolü haline gelen yarı çıplak bir kadını resmeden, Bastille'i resmeden tabloyu, 68'e ya da Sovyet Devrimi'ne ait fotoğraf ve filmler hakim ideolojilerin estetiğin konusu olarak kabul etmesi mümkün olmayan alanları yansıtmaktadırlar. Bazen çirkinliğin kendisi tıpkı isyan ve şiddet gibi güzel olanın kendisi olur. Yılmaz Güney'in filmlerini hatırlayın (ya da benim son zamanlardaki favorilerimden Eğitim-Sen takviminin Nisan - Mayıs ayları sayfasında yer alan öğrenci kız fotoğrafını)**...

Şiddeti, isyanı ya da bizzat çirkinlerin kendilerini güzel olarak görebilmemizi sağlayan şey tüm bunların yaptığı çağrışımlardır. Tüm bu imgeler bizlerde adaleti, özgürlüğü, umudu çağrıştırdıkları; insanın her şeye rağmen "zor olana" yani iyiye yönelebilme potansiyelini bizlere hatırlattığı için güzel olarak kabul görürler. Tıpkı Kars'ta inşa edilmiş olan ve ilk görüşte figürlerdeki sadelikle insanı sarsan, ancak insanların kendilerine biçilmiş rollerden sıyrıldığında büsbütün bir ortaklığa hem de tüm farklılıklarına rağmen biçimsel bir ortaklığa sahip olduğunu ve bunun birbirine olan yönelmişliğinden kaynaklandığını gösteren İnsanlık Anıtı gibi.

Şimdilerde, bu anıtın yıkımı sürüyor. İşin nasıl bu hale geldiğini, "ucube" sözünü vs. hepimiz hatırlıyoruz. Ama Milliyet gazetesinde çıkan ve yukarıdaki resmin alıntılandığı haberde belirtilen bir başka husus meselenin çok daha derin katmanları olduğunu gösteriyor. Belediye başkanı sanata karşı olmadığını göstermek amacıyla kaşar ve bal heykelleri yaptırıyormuş. Kars ile özdeşleşmiş şeylerin heykellerini yaparak, pazar sorunu çeken ürünlerin pazarlamasını yapmak niyetindeymiş. Demek ki olay, başbakanın cahilliğinden ve çevresinde yer alanların durumdan vazife çıkararak her türlü eylemi gerçekleştirmeye hazır olmalarından ibaret değil. Akp'nin ve asıl temsil ettiği sınıfların sanata bakış açılarındaki toptan bir sakatlığı yansıtmakta ve bu sınıfın dünya görüşünün asıl referanslarını ortaya koyuyor.

Son olarak dile getirdiğim husus üzerinde durmadan önce dini dünya görüşünün bir estetik algısının olup olamayacağı meselesini tartışmak istiyorum. Estetiğin daha önce hem zamanı hem de mekanı birlikte düşünmekle alakalı olduğunu belirtmiştik. Bu aynı zamanda her estetiğin bir tür tarih bilinci ile yoğrulmuş olduğunu anlatmaktadır, çünkü zaman ile mekan arasındaki etkileşimi düşünmek ancak tarih nosyonu ile mümkün olabilir. Tarih olmadan bu iki öğeyi bir arada düşünmek mümkün değildir. Demek ki dini dünya görüşünün bir tarih algısı olup olmadığı ve varsa bunun estetik anlayışı üzerindeki etkisi nedir sorularını yanıtlamalıyız. İlk soruyu olumlu bir biçimde cevaplandırabiliriz. Dini dünya görüşünün bir tarih anlayışı vardır. Bu anlayış, bu sayfada yayınlanan yazıların genelinde kullanılan maddeci bir tarih anlayışı ile uyumsuz olsa da kendi içinde bir tutarlılığı bulunan; zaman ve mekan ötesi (aşkınsal) bir Varlık'a gönderme yapan bir tarih fikrine dayanmaktadır. Aşkınsal Varlık'ın değişmezliği ile dünyanın ve özellikle bu dünyanın asli unsuru olarak kabul ettiği insanın değişirliği arasındaki çelişkinin yarattığı sonuçlar üzerine odaklanan bir tarih görüşüdür. Dini estetikte bu tarih görüşünden esinlenerek, zaman ve mekandan bağımsız olan ve bu yüzden bu öğeler içerisinde dile getirilmesi mümkün olmayan Varlık'ı güzelliğin tek kaynağı olarak kabul eder. Cisimleştirilmesi imkansız olan Varlık'a yönelir. Bu eğilim İslamiyet'te son derece belirgindir. Müzikte vurmalı çalgıların kullanılıyor olması, sınırlı ve sonlu notalardan bağımsız olarak kainata varoluş kazandıran Varlık'ın ancak ritimsel olarak sezilebileceği inancını yansıtır.

Peki Akp'lilerin estetiğe karşı aldıkları tavrın yukarıda özetlenen dini dünya görüşü ile bir alakası var mıdır?  Sadece söylem düzleminde alımlanan referanslar dışında aslında hiçbir alakası yoktur. Akp'nin estetiği, liberallerimizin kendilerinden şehvetle bahsettiği otantik burjuvazimizin filisten estetiğidir.***  Bu estetik güzelliği kâr elde etme sürecinde işlevsel değeri olan bir niteliğe indirger. Güzel olanı pazar, ürün vb. burjuva değerlerinin estetize edilmiş biçimleri olarak görür. Dinsel dünya görüşünün aksine aşkınsal bir Varlık'a referansla oluşturulmuş bir estetiği değil, tamamiyle insanın insan üzerindeki sömürüsü temelinde kurulmuş bir ilişki olan sermayenin - aslında insan ürünü olan fakat hakikatin tek geçerli birimi olan paranın iktidarının - tarihüstülüğünü vurgulayan bir anti-estetiği ifade eder. İnsanı peynirden de baldan da soğutur.

** Bu resmi sonra ekleyeceğim.
*** Filisten: Romantikler tarafından burjuvazinin estetik anlayışını eleştirmek amacıyla kullanılmış, kaba anlamındaki söz. Masis Kürkçügil'in Yeniyol sayfasındaki bir yazısından alınmıştır.

Posted on 5:07 AM

1 mayıs 2011: bir devrimci duygulanım siyasetine doğru

Filed Under () By yalçın at 5:07 AM

                                                                                         


Geçen seneki 1 Mayıs hakkında onca söz söyledikten sonra bu yılki üzerine konuşmamak olmazdı, çünkü ilk defa katılımcıların, iktidarın mekan üzerindeki tecellisine karşı verdikleri mücadelenin ve - geçen yıl söz konusu olduğunda iktidara karşı elde edilen zafere rağmen - sönük kalan marşların ötesine geçen bir ortaklık sergilediklerine şahit olduk.

Öncelikle söylemekte fayda var ki devrimci solun bir araya gelerek etkin bir biçimde eleştirilerini ve taleplerini dile getirebilme ve dinleyenleri ikna edebilme açısından büyük eksiklikleri var. 1 Mayıs kürsüsü hala kesinlikle bir toplumsal mücadele forumuna dönüştürülemiyor. Ortak bildiriler her zaman dile getirilen şeylerin etkisiz bir tekrarından başka bir şey değil. Çok dillilik bile insanları heyecanlandırmaktan uzak kalıyor. Farklı siyasetlerden oluşan bir ortak ajanda yaratılması da mümkün olmuyor. 

Tüm bunlara rağmen; muazzam bir kalabalığın toplanmış olması, aslında insanların 1 Mayıs'ı yaşama geçiren fikirden beklentilerinin gün geçtikçe arttığının bir kanıtı olarak değerlendirilebilir. Bu yılki 1 Mayıs'ı diğerlerinden ayıran da bu müthiş kalabalığın Grup Yorum konseri ile birlikte ortak bir duygulanım etrafında buluşabilmesiydi. Evet bu belki rasyonalizmin ileri safhalarında gerçekleştirilmiş bir buluşma değil, ama belki de anlamını çok uzun zaman önce unutmuş olduğumuz olmazsa olmaz bir buluşma. 

Kendisinin mevcut olmadığı bir ortamda somut argümanların ve soyut teorilerin paylaşılmasının mümkün olmadığı bir noktada gerçekleşen bu buluşmanın devrimci siyaseti aleve dönüştürecek olan kor olmasını ummak anlamlı geliyor bana. Geçen pazar yaşanan duygulanımın arka planında: son yıllarda çekilen Beynemilel gibi filmlerin, televizyon dizilerine zaman zaman konuk olan solcu imgesinin, Bandista'nın müziğinin, genç kolektifçilerin eylemlerinde ortaya koydukları yaratıcılığın  yer aldığını söyleyebiliriz. Geçen pazar her birlikte bu zincire yeni bir halka eklediğimizi düşünüyorum. Ortak duygular zamanla ortak fikirlerin gelişmesine ve mücadelenin koordine edilmesine katkı sağlayacaktır. Kimsenin kuşkusu olmasın, gelecek adına verilen mücadelenin yoluna sağlam taşlar döşeniyor. Bandista'nın "Uyan!" çağrısı işe yarayacağa benziyor. 

Posted on 3:44 PM

devrim ve olumsallık

Filed Under (,) By yalçın at 3:44 PM




Olumsallık, ben ve benim gibi teorik olarak tarihsel maddeci metodu benimseyen siyasi olarak da devrimden umudunu kesmemiş kimseler için uzun zamandır pek de hoş karşılanmayan bir kavramdı.  Sıkça dem vurduğumuz  nesnelliğe sığmayan bir tutumdu bu belki ama anlaşılır nedenleri vardı bu tavrın.  Düşünsenize kendinizi olmayan veya istenilen nicelikte ya da nitelikte vücut bulmayan bir tarihsel dinamikle özdeşleştirmeye çalışıyorsunuz. İster istemez teorisizmle aşık atan bir tavırdır bu. En nihayetinde toplumsal yaşamdaki eksikliği zihinsel gücünüzü kullanarak kapatmaya çalışıyorsunuz çünkü. Teori denen şey, kendisi nihai bir amaç halini aldığında fazlasıyla difüzyon etkisi gösterebilen, kapanmaması gereken açıkları kapatabilen bir varlık. İşte bu cenk alanında karşınıza sürekli olarak çıkan ve toplumsal realite denen kahrolası şeyin neden olduğu arızaları yüzüne vuran bir kavram bu olumsallık. Sürekli olarak kendinizi değersiz hissetmenize neden olmaya çalışan bir düşmanın en sık kullandığı silahlardan biri aynı zamanda. İnsan kendi celladını sevemez ki!

Fakat yaşam ne mutlu ki karşıtlıklarla dolu. Tunus ve Mısır'da yaşananlar da olumsallığın pekala devrimci taraftakiler için de çekici bir kavram olabileceğini göstermiyor mu? Karşımızdakini kendi silahıyla vurma şansını bize vermiyor mu? Tüm bu yaşananlar;  olumsallığı tarihi açıklarken kimi nesnel süreçlerin varlığını kabul etmenin önüne çekilen ideolojik bir sete indirgemenin ne kadar saçma olduğunu, bu kavramın aslında tüm bu nesnellikler sanki yokmuş, sanki muktedirler pervasızca her istedikleri projeyi topluma dayatma gücüne sahipmiş, neo-liberalizm (tarihsel kapitalizm) ilelebet var olacakmış türünden varsayımların geçersizliğini sahiplerinin yüzüne bir tokat gibi çarpan olayları betimlemek için kullanılabileceğini gösteriyor. 

Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı, emperyalistler arasındaki bir paylaşım mücadelesi iken çatışmalar Gavrilo Princip'in eylemi ile başlamış ise (şimdilik) mağrip ülkelerinde yaşananlar da çeşitli toplumsal ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Gerek ortaya çıkışlarına neden olan kendini yakma olayları gerekse bu olayların  şimdi böylesine bir devrimci süreci tetiklemesi ise tıpkı Princip'in Franz Ferdinand'ı öldürmesi ile başlayan olaylardaki gibi belirli bir birikimin yanında olumsallığın kendisini gösterdiği olaylardır.


Kuzey Afrika'da yaşananları komplo teorileri ile açıklamaya çalışan kazkafalıların aksine olayların özündeki olumsallığa vurgu yapmak gerekiyor. Burada kritik nokta ise, olumsallığın çok büyük oranda kendiliğindenlik ile örtüşen olayları nitelendirmek için kullanılması gereken bir kavram olduğunu vurgulayabilmek. Hani şu devrim meselelerini tartışırken Rosa'nın öne çıkardığı kendiliğindenlik var ya, işte olumsallık dediğimiz şeyin bu örneklerde gördüğümüz kadarıyla tam da bununla bağdaştığını ortaya koymalıyız. Böylece olumsallık ilkesinin bir yanı ile devrimin daima bir olasılık olarak var olduğunu, bu soğuk ifadenin gündelik dildeki yakıcı karşılığı ile de olumsallığın - kendiliğindenliğin var olduğu, diğer bir deyişle insanın var olduğu her yerde devrimin mümkün olduğunu göstermekte diğer yandan da umut ilkesi ile yan yana anılması gerektiğini göstermiş olacağız.


Posted on 4:47 PM

kedi canı

Filed Under (,) By yalçın at 4:47 PM

Son zamanlarda tam da Adnan Hoca'nın internette dolaşan videosunun yarattığı hayret içinde nedir ki bu "kedi canı" diye düşünürken, sosyal bilimler açısından son derece tarihi olan günde oldukça tatsız bir gelişme oldu. Babamların uzunca bir süredir yaşatma mücadelesi verdikleri  - henüz ad bile koyamamış oldukları - küçük kedi yaşamını yitirdi. Bazılarınız bu olayın o mübarek adamla dalga geçmenin ilahi adalet çerçevesinde gerçekleşen cezası olduğunu düşünebilirler. Bense yaşanan trajediden bir hisse çıkarabildiğim için yine de şanslı olduğumu düşünüyorum.

Uzunca bir süre kedinin cansız bedeninin ve kardeşimin bu tablo karşısındaki tepkisi gözümün önünden gitmedi. Sonraları cansız beden görüntüsünü hafızam el verdiğince bizimkilerin henüz Dedem Korkutluğa soyunamamış olmaları sonucu ismi üzerinde mütabakat sağlayamadıkları hayvancağızın yaşarkenki hali ile karşılaştırdım. Hastalığı nedeniyle gelişimini tamamlayamamış olmanın verdiği bir acayiplik ve ürkeklik durumu söz konusuydu, ancak o halde iken dahi kendisine özel bir şefkat gösterene karşı bir ilgisi ve sıcaklığı vardı. Sonraki hali ise kaskatı kesilmiş hali ile suyu sıkılmış bir meyve posasını andırıyordu.

Sözü yaradılışın mücizeviliği ya da beden - ruh ikiliği gibi bir meseleye getirmeye hiç de niyetim yok. Söylemek istediğim şey sadece "kedi canı"nın ya da genelleyecek olursak yaşamın kendisinin güzelliğini kavramamız gerektiğidir. Ben kendimi bir noktadan sonra cansız bedende, toprak olmaya yönelen arta kalanın çirkinliğini değil de aynı bedeni hasta ve fiziken yetersiz de olsa ısıtan yaşam denen şeyin güzelliğini görebildiğim için bu konuda bir adım atmış sayıyorum. 

İçinde yaşadığımız dünya uzunca bir süredir hayatın diyalektiğinin hep negatife doğru işlediği bir hal almış durumda. Hep güzelden çirkine, değerli olandan değersiz olana, yaşamdan ölüme doğru bir gidişat bu. Korkum dünyanın gidişatına yön verenler ve onların izleyicileri konumuna indirgenenlerin, bu gidişatın mahiyetini iş işten geçtikten sonra anlamaları. Güzel olanın, yaşamın var olabileceği bir ortamın mümkün olmadığı bir aşamaya ulaşmadan bu gidişe bir dur demek gerek. Bunun için yaşamı savunmak, yaşamı savunabilmek için de etrafımızı çevreleyen olumsuz koşullarda (cansız bedenlerde) olumlu ve güzel olanı, yani yok olmaya yüz tutmuş olan hayatı mümkün kılan şeyleri görmekten geçiyor.