Dialektik... kritisch und revolutionär
Değerli okur! "Eleştirel ve devrimci diyalektik" Karl Marx'ın ayrıntılı bir açıklamasını yazıya dökme fırsatını asla yakalayamadığı ancak tutkulu bir biçimde bağlı olduğu yöntemini adlandırmak için kullanmış olduğu bir ifade. Ayrıca burada paylaşılan denemelerin dile getirdiği arayışın nesnesini oluşturuyor. Bu arayışı kendini eski metinlerle sınırlayan bir tür ruh çağırma ayini olarak değil içinde bulunduğumuz zamanda bizleri çevreleyen kimi kuram ve pratikleri inceleyerek sürdürmeyi seçtim, çünkü diyalektiğin donuk kalıplar bütününden ziyade içinde bulunduğumuz an'ı kavramamızı sağlayan canlı bir teori olduğunu düşünüyorum. İnsanın hakikati arama çabasında hayat bulan ve bu çabanın evrimine katkıda bulunan bir diyalektik anlayışını paylaşmak dileğiyle...
Posted on 5:47 PM

sahip...

Filed Under () By yalçın at 5:47 PM

Özgürlüğü, tüketime indirgenmiş olan arzuların doyumu olarak algılayan insanların mülk edinmenin insanın doğasında var olan bir unsur olduğunu iddia ettiklerini sıkça duymuşsunuzdur. Ben öncelikle değişmez bir insan doğasını anlayışını savunmadığımı belirtmek isterim.* Özünü mülkiyete - bir şeylere sahip olmaya yönelmenin oluşturduğu bir türe ait olma fikri canımı çok sıktığı içindir herhalde. Bununla birlikte şu "sahip"lik meselesinin insanın bulunduğu her yerde gündeme geldiğini kabul etmek gerekiyor. Tabi ki bu gündeme geliş her durumda sabit bir biçimde yaşanmıyor. Kimi zaman sahip olma kimi zaman sahiplenme kimi zamansa sahip çıkma biçiminde gösteriyor kendisini.

Bu durumun ülkemizdeki en büyük mağdurları kuşkusuz ki solculardır. Sahip olana yani muktedir olana, sömürüyü ve eşitsizliği ortaya çıkarana karşı oldukları halde sahip olamayanlar ya da (kimi durumlarda) sahip olunanlar tarafından sahip çıkılmayanlar. Kaynakları büyük ölçüde buralarda yer alan travmaların ve yabancılaşmanın solun bugün içinde bulunduğu hali açıklamakta önemli bir payı olduğunu ileri sürebiliriz. Sol, 90'ların başında sosyal demokratlarla yapmış olduğu ittifakın dağılmasından sonra bu yabancılaşma halini aşma mücadelesi vermektedir. Bu mücadelenin varlığı sorunun aşılması umudunu canlı tutmaktadır, ancak şimdiye kadar verilen mücadelelerin bu yabancılaşma durumunu veri aldığını ve solun kendisini var etme stratejisini kimlik açısından öteki olarak kodlananlarla birlikte hareket etme biçiminde kurgulandığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekmektedir. Mevcut strateji solun ülkenin geniş bir coğrafyasında halk ile arasında bağ kuramaması biçiminde özetleyebileceğimiz yabancılaşma sorununu pekiştirmekte ve böylece bir kısır döngü yaratmaktadır.** 

Bu süreç içerisinde elde edilen tecrübe tabi ki oldukça değerlidir. Bununla birlikte ben sorunun esas çözümünün yine bu sahiplik meselesiyle  ilişkili olarak çözülebileceğini düşünüyorum. Solun var olma stratejisini sahip olana karşı sahiplenen olarak hareket etme biçiminde kurgulaması gerektiğini savunuyorum. Bu strateji kavramların ilk planda akla getirdiği gibi mülkiyetçi bir anlayışa dayanmamaktadır. Burada sahiplenmekle kastedilen belirli malın, belirli bir toprak parçasının sahiplenilmesi değil, tüm dünyanın - yaşamın kendisinin sahiplenilmesidir. Sahip olana karşı sahiplenen olarak muhalefet etmek ise; her alanda sömürene karşı sömürülenin davasını gütmek, sömürülenlerin kendileri adına verdikleri mücadelede onlara yoldaş olmak ya da bu tür bir mücadelenin yaratılması için çaba sarfetmektir. Bu da ancak solun ağırlıklı olarak beslendiği kültürel damarlar dışında yer alan sömürülenlerle de özdeşleşebilmesi ile mümkün olacaktır. 

Kim bilir belki de sahip çıkılmanın anahtarı tüm bu suni yabancılaşmaların etkilerinden silkilinip daha fazla sahiplenmektedir?




* Bu noktada Türkçe'nin de işleri hiç kolaylaştırmadığını belirtmek gerek. Dilimizde, temelde olanı ifade etmek için kullandığımız "var" sözcüğü İngilizce ya da Almanca gibi dillerde var olan olma - sahip olma ikiliğini (to be/to have ya da sein/haben) ortadan kaldıran ve bu ikiliğin terimlerini özdeşleştiren bir anlama sahip. Bu sözcüğü ne kadar sık kullandığımızı ve neredeyse her kullanışımızda oluşu sahip oluş ile özdeşletirmekte olduğumuzu düşünürsek durumun ciddiyetini daha iyi kavrayabiliriz.
** Chp içinde yaşananların son dönemde belirmiş olan solun toplumsallaşma ihtimalini zayıflatacağı  yönündeki argümanları biraz da bu çerçeveden değerlendirebiliriz sanıyorum. 

Posted on 7:23 AM

Yunanistan'ın Defansı Kuvvetli!

Filed Under (,) By yalçın at 7:23 AM


Bu zafer görüntüsü 2004 yılında düzenlenen futbol Avrupa Şampiyonası'nı kazanan Yunan milli takımına ait. Futbolla ilgilenenlerin hatırlayacağı gibi Yunanistan o şampiyonada son derece defansif bir futbol sergilemiş ve bunda başarılı olarak birer farkla kazandığı kritik maçların ardından kupaya ulaşmıştı.


Aynı Yunanistan bugünlerde savunma yeteneğini başka bir alanda ortaya koymakta. İnsanlar Atina'da ve diğer bir çok kentte gelecekleri hakkında karar alma özgürlükleri üzerine küresel sömürgenlerin ülkelerinin geleneksel yönetimleri aracılığıyla koymak istedikleri ipoteğe karşı direniyorlar. 

İşin diğer ilginç yanı ise şu; 2004'te gelen şampiyonluğun yönetimi Otto Rehhagel isimli bir almanın elindeydi. Son günlerde yaşanan olayların ve sergilenişin ortaya çıkmasında da almanların rolü olduğu söyleniyor ancak bu seferki hiç de yunanların hoşuna gidecek cinsten bir yönetim değil şüphesiz.

Ancak daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi yunan halkının güçlü bir defans yeteneği var. Eminiz ki yönetimlerinin ve uluslararası sermaye ile eklemlenmiş olan kapitalist sınıfın "amansız" saldırılarını karşılayacak ve kendilerini zafere ulaştıracak yeni Zagorakis, Dellas ve Charisteas'ları ortaya çıkaracaklardır.


Gelecekte tüm dünya halklarını bugünlerdeki gibi, uzun mücadeleler sonucu elde ettikleri hakların ellerinden alınmasına karşı savunma yaparken değil de insanca bir yaşamı örgütlemek için karşılarına çıkan engelleri aşan bir hücum mücadelesi verirken görmek dileğiyle, Yunanistan'a selam...





Zaman, filozoflar tarafından hareket mefhumu ile ilişkilendirilerek ele alınan bir soyutlamadır. Hareketin nasıl temellendirileceği meselesi ise bu açıdan bakıldığında felsefe okullarının zaman hakkındaki görüşlerinin nerede farklılaştığını gösteren belirleyici unsur olmaktadır. Materyalistler hareketin temelinde maddenin deviniminin mevcut olduğunu iddia ederlerken idealist felsefenin temsilcileri hareketi doğa üssü bir Varlık anlayışı ile ilişkilendirirler. Hegel'in zamanı mutlak bir mantıksallık biçiminde ele aldığı Evrensel Akıl'ın kendi-dışındalığı içinde yani doğada kendisi için varolan bir olumsuzluk olarak ele alması bu ikincisinin tipik bir örneğidir.*

   Tarih felsefesi ise zaman meselesi çerçevesinde gündeme gelen hareketin gerçekleştiği mekanın soyut bir uzay olmaktan çıkarılıp içinde yaşadığımız dünya olarak ele alınmasıyla şekillenmeye başlamaktadır. Buradaki temel sorunlardan birisi hareketi gerçekleştiren faillere ilişkin olanı yani özne sorunudur. Öznenin bu süreç içerisinde kurucu bir aktör olarak mı yoksa kendisinin de belirli ilişkiler çerçevesinde kurulmuş bir varlık mı olduğu,  bilinç meselesi bu alanda öne çıkan konulardır. Tüm bu sorularla birlikte ortaya çıkan başka bir tartışma konusu ise tarihin bir amacının olup olmadığı meselesidir.
 
   Erekselci (teleolojik) görüş bu soruya olumlu yanıt vermektedir. Bu görüşe göre tarih insanların gerek bireysel gerekse kolektif özneler olarak giriştikleri eylemler aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştıkları hedeflerden farklı belirli bir amaca sahiptir. Bu görüş günümüzde geçerliliğini yitirmiş gibi görünmektedir. Gelecekte yeni bir kurguya dayanarak yeniden geçerli bir hale gelip gelemeyeceğini bilemeyiz. Zaten burada ağırlıklı olarak erekselcilik karşıtı olarak adlandırabileceğimiz konvansiyonel bir tavır üzerinde durmak istiyorum.

   Erekselcilik karşıtı olan görüşler içerisinde iki farklı eğilimin mevcudiyetinden bahsedebiliriz. Bunlardan ilki tarihin bir amacının olmadığı düşüncesini bireylerin tikel belirli erekler dışında tarihsel bir hareket içerisinde olamayacaklarını, oldukları takdirde de felaketle sonuçlanmaya mahkum bir durumun doğacağını ileri süren liberal - muhafazakar sentezdir. Diğer eğilim ise tarihin kendisinin belirli bir ereğinin var olmadığını ileri sürerken insanların ortak amaçlar doğrultusunda dünya çapında belirli dönüşümler gerçekleştirerek kendi aralarındaki ilişkileri niteliksel dönüşüme uğratabileceklerini ve daha adil ve yaşanabilir bir dünya için bu dönüşümü gerçekleştirmeleri gerektiğini savunan devrimci görüştür. Bu görüşe göre tarihin belirli bir amacının var olduğunu düşünmemizi sağlayan şey bu düşüncenin gerçekliği yansıtıyor olması değil, insanların tarihi belirli erekler doğrultusunda yönlendirebilme gücüne sahip olmalarıdır.
      
   Peki tarihsel bir anı, bir olayı yukarıda devrimci görüş olarak adlandırdığımız eğilim açısından nasıl değerlendirebiliriz? Bu tür bir değerlendirme yapabilmek için aklımızdan çıkarmamamız gereken iki önemli husus olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki, devrimci öznenin tarihi belirli bir erek doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla girişmiş olduğu eylemin, doğurduğu olasılıklar açısından ereğin gerçekleştirilebilmesi potansiyelini açığa çıkarma zorunluluğudur. İkincisi ise eylem anı ile ereğin gelecekteki muhtemel gerçekleşme anının tarih olarak adlandırdığımız devinim sürecinden koparılmadan, bu ikisi arasında kalan sürecin hakkı verilerek incelenmesi gerekliliğidir. İlk husus - potansiyel meselesi olarak adlandıralım - bizi giriştiğimiz eylemleri doğurması muhtemel sonuçlar açısından yani çok yönlü bir biçimde değerlendirmemiz gerektiği konusunda uyarmaktadır. Diğer bir deyişle bir eylemin ya da olayın anlamı onun açığa çıkardığı olasılıklar doğrultusunda anlaşılabilir. Bu olasılıkların amaca ulaşılması için gereken adımların atılması açısından sağlam bir temel oluşturuyor olması potansiyel sorununun aşılması anlamına gelmektedir, aksi takdirde dünyaya getirilmiş olan ölü bebek için yas tutulması gerekecektir. Süreç meselesine gelince; yukarıda belirtmiş olduğumuz iki anı tarih olarak adlandırdığımız devinim sürecinden soyutlayarak ikisi arasında doğrudan bir bağ kurmak, ilk anda ortaya çıkan diğer olasılıkları ve bunlar içerisinden gerçekleşmiş olan olasılığın geçmiş olduğu uğrakları değersizleştimek anlamına gelmektedir. Böylece ilk an ikincisinin gerçekleşmesini sağlayıp sağlayamamasına göre mutlak bir biçimde iyi ya da kötü olarak adlandırılacaktır. Kuşkusuz ki bu sahte bir tarih görüşüdür. 

   Demek ki 1 Mayıs 2010 tarihinde Taksim'de yapılan kutlamalar türünden bir olayı değerlendirebilmek için öncelikle bu olayın açığa çıkardığı olasılıkların niteliği daha sonrasında da bu olasılıkların ne ölçüde realize edildiği, bu süreçte eylemi gerçekleştirenlerin hedefledikleri erek yolunda bir gelişme olup olmadığı sorgulanmalıdır. Süreç meselesi hakkında bir yorumda bulunmak için henüz erken, ancak potansiyel sorunu hakkında anlamlı bir şeyler söyleyebiliriz: 1 Mayıs kutlamaları ne yazık ki beklendiği gibi çeşitli taleplerin toplumsal koşullara uygun, politik bir program biçiminde dile getirebilmekten uzaktı. Bununla birlikte kutlamaların Taksim'de gerçekleştiriliyor olmasının insanlar üzerinde yaratmış olduğu olumlu etki ve bu etkinin kamuyuna yansıyışı, 1 Mayıs'ın özündeki talep ve ereğin toplumun daha geniş kesimince benimsenmesi olasılığını doğurmuştur. Bu gerçekten önemli bir gelişmedir. Asıl önemli olan ise bundan 30 yıl sonra, 32 yılın ardından yapılan kutlamaların kürsünün acziyeti vs. ile mi yoksa bireylerin toplumsal mücadelenin saflarına katılışları açısından bir dönüm noktası olarak mı hatırlanacağıdır. Bu sorunun cevabını ise bugünden sonra verilecek olan mücadele belirleyecek.
 
 
* Hegel (1997), Doğa Felsefesi 1: Mekanik, İstanbul: İdea Yayınları, s. 54-55