Malumunuz entellektüel camiamız son yıllarda iki ana kampa ayrışmış bulunmaktadır: cumhuriyetçi/ulusalcı kamp ve (sol) liberal/muhafazakar kamp. Kıbrıs meselesinden Avrupa Birliği üyeliğine, Kürt sorunundan nolacak bu demokrasinin hali tartışmalarına kadar iç ve dış siyasetin (çok da anlamlı değil ya, yine de meseleleri basitleştirmek için kullanıverdim) hemen her başlığında zıt tutumlar sergileyen bu iki kamp üyeleri muhteremler, konu toplumsal sınıflar meselesine geldiğinde "ıssız" bir biçimde ortak bir tavır sergilemektedirler. "Bizde toplumsal sınıflar yoktur" cümlesi, her iki tarafın da okuma yazmayı sökme aşamasındaki birinci sınıf talebesinin ezberlemek amacıyla okuma fişlerini heyecanlı bir biçimde tekrarlayıp durması misali dile getirdiği ortak tavırı yansıtmaktadır.
Hatta bir adım ileri giderek bu tavrın daha derin bir ortaklığın göstergesi olduğunu iddia edebiliriz. Her iki taraf da bizde toplumsal sınıfların olmamasından aslında işçi sınıfının olmadığını anlamaktadır. Bunlara göre iyi kötü bir burjuvazinin varlığından söz etmek mümkün ve gereklidir, ancak memleketteki işçi ve yedek işçi ordusunun varlığının bir işçi sınıfının var olduğu biçiminde anlaşılması abesle iştigaldir. İlk kamptakiler için memleketin dört bir yanının demir ağlarla örüldüğü o güzelim yıllarda sınıfsız ve kaynaşmış bir toplumun temelleri atılmıştır, ancak bu temel atma işi devlet teşebbüsleri ve nasıl oluyorsa devlet eliyle yaratılan milli burjuvazi tarafından gerçekleşmişti. Bu yüzden mesela özelleştirilen kamu teşebbüslerinin küresel sermayedarlar yerine bu kesim tarafından satın alınması gayet savunuluabilir bir şeydir, çünkü bunlar Türk modernleşmesinin esas çocuklarıdırlar. Diğer kamptakilerse bu menşei karanlık (servetinin kökeni kimi alıkoymalara vs. dayanan) ve milletten kopuk dark side turfanda burjuvazinin karşısında, Anadolu'nun bereketli yaylalarında güneş altında semiren aydınlık - light side (siz "nur"lu olarak da anlayabilirsiniz) otantik burjuvazinin kazanmakta olduğu zafere alkış tutmaktadırlar. Otantik burjuvazi, otantik sivil toplum otantik demokrasi ve otantik dünya devleti demektir ne de olsa. Zamanında başına devlet kuşu konmamış olan ve günümüzde milletçe gerçekleştirdiğimiz küresel atılımdan nemalanamayan çoğunluk ise bir kesim tarafından "halk" diğeri tarafından da "millet" olarak adlandırılarak sınıfsal kimliği mistifize edilmektedir. Cumhuriyetçilerin pozitivizm esinli solidarist - dayanışmacı mantığı sınıfların çelişen çıkarlarını görünmez kılmayı amaçlarken, liberal/muhafazakar ittifakın postmodernizm soslu küreselleşmeci toplum görüşü ise diğerleri gibi sadece ulus çapında değil bizde ve her yerde olmak üzere toplumu "kadın ve erkeklerin toplamı"ndan oluştuğunu*, proleterya gibi kavramlara elveda denilmesi gereken bir dünyada yaşadığımız görüşünü savunmaktadır. Böylece her iki ideoloji kardeşçe işçi sınıfının varlığını yadsıma stratejisini uygulamaktadırlar.
İşçi sınıfının özbilince sahip bağımsız bir siyasi özne olarak var olması meselesi sadece egemen sınıfların tartıştığı bir konu değildir. Bu konu sosyalistler tarafından da tartışılagelmiştir. İşçi sınıfının devrimci bir özne haline nasıl geleceği sorusu yoğun bir biçimde tartışılmıştır. Rosa Luxemburg bu konuda kendiliğindenci bir yaklaşımı savunurken bilindiği gibi Lenin bilincin işçi sınıfa öncü bir kuvvet tarafından dışarıdan taşınması gerektiğini savunmuştur. Avrupa'daki devrimlerin geri çekildiği bir dönemde kaleme alınan Tarih ve Sınıf Bilinci adlı yapıtında Lukacs, işçi sınıfına tarihin öznesi ve nesnesi olma özelliğini atfetmiş ve bu özelliğe uygun bir bilinç geliştirildiği taktirde devrimin başarılı olabileceği fikrini öne sürmüştür. Toplumsal gerçekliği salt düşünce gücü ile dönüştürme çabası bakımından ancak Alman İdealizmi olarak adlandırılan felsefe akımının yapıtları ile karşılaştırılabilecek bu muazzam eser Batılı marksistler tarafından uzunca bir süre tartışılmıştır.
Bu tartışmalar içerisinde öne çıkan bir kavram çiftinden bahsetmekte fayda var. Marx'ın kendisinin pek de itibar etmediği, hatta olgunluk dönemi denilen çalışmalarında hiç yer vermediği kendinde ve kendi için sınıf kavram çifti bizim için bugün geçmişte olduğundan daha yararlı olabilir. Geçmişte kendinde sınıf uğrağı doğrudan veri olarak kabul edilip, kendi için sınıf uğrağına geçmenin her koşulda geçerli olabilecek yöntemlerinin keşfi için uğraş veriliyordu. Bugün ise burjuva sınıfının entellektüelleri işçi sınıfının varlığının bile söz konusu olmadığı görüşünü dile getirmekteler. Bu da sosyalistleri kendi için sınıfı yaratacak kurgular peşinde koşmayı bırakıp sınıfın kendindeliği üzerine yoğunlaşmaya zorluyor. İşte bu aşamada kendinde sınıf kavramı sınıfın politize olmadığı durumlarda dahi üretim sürecindeki konumlarından ve deneyimlerinden yola çıkarak sınıfın tüm somutluğu içerisinde ortaya çıkarılması ve örgütlenmesi için bir olanak sağlamaktadır.
Bugün sistem karşıtı hareketler içerisinde sınıf paradigması yeniden güçleniyor. Oysa egemenler açısından sınıfı dile getirmek hala havadan sudan muhabbet etmek anlamını taşıyor. Bu havadan ve sudan muhabbetin önemini kavramaktan uzaklar çünkü meselenin yalnızca tek bir yönünü kavrayabiliyorlar, sınıfı yalnızca hava ile özdeşleştiriyorlar. Daima içinde bulunduğumuz ancak duyu organlarımız aracılığıyla kavraymadığımız nefes alışımızın otomatikliği içinde varlığını unuttuğumuz pis metropol havası ile. Ancak bu ağır havanın yerini bol oksijenli dolayısıyla yanmaya müsait taze havaya bırakması son derece muhtemel. O zamana kadar sınıfın etkinliğini farkına varsak da varmasak da su biçiminde sürdüreceğini unutuyorlar, tıpkı denize ulaşmak için kendi yolunu açan ırmak ya da ilk bakışta gücünü anlamaktan yoksun olduğumuz ancak koskoca kıtaları biçimlendirme kudretine sahip olan okyanus dalgaları gibi...
*Neoliberal iktidarların öncülerinden Thatcher'in sarfetmiş olduğu bir söz.