Dialektik... kritisch und revolutionär
Değerli okur! "Eleştirel ve devrimci diyalektik" Karl Marx'ın ayrıntılı bir açıklamasını yazıya dökme fırsatını asla yakalayamadığı ancak tutkulu bir biçimde bağlı olduğu yöntemini adlandırmak için kullanmış olduğu bir ifade. Ayrıca burada paylaşılan denemelerin dile getirdiği arayışın nesnesini oluşturuyor. Bu arayışı kendini eski metinlerle sınırlayan bir tür ruh çağırma ayini olarak değil içinde bulunduğumuz zamanda bizleri çevreleyen kimi kuram ve pratikleri inceleyerek sürdürmeyi seçtim, çünkü diyalektiğin donuk kalıplar bütününden ziyade içinde bulunduğumuz an'ı kavramamızı sağlayan canlı bir teori olduğunu düşünüyorum. İnsanın hakikati arama çabasında hayat bulan ve bu çabanın evrimine katkıda bulunan bir diyalektik anlayışını paylaşmak dileğiyle...

Malumunuz entellektüel camiamız son yıllarda iki ana kampa ayrışmış bulunmaktadır: cumhuriyetçi/ulusalcı kamp ve (sol) liberal/muhafazakar kamp. Kıbrıs meselesinden Avrupa Birliği üyeliğine, Kürt sorunundan nolacak bu demokrasinin hali tartışmalarına kadar iç ve dış siyasetin (çok da anlamlı değil ya, yine de meseleleri basitleştirmek için kullanıverdim) hemen her başlığında zıt tutumlar sergileyen bu iki kamp üyeleri muhteremler, konu toplumsal sınıflar meselesine geldiğinde "ıssız" bir biçimde ortak bir tavır sergilemektedirler. "Bizde toplumsal sınıflar yoktur" cümlesi, her iki tarafın da okuma yazmayı sökme aşamasındaki birinci sınıf talebesinin ezberlemek amacıyla okuma fişlerini heyecanlı bir biçimde tekrarlayıp durması misali dile getirdiği ortak tavırı yansıtmaktadır. 

Hatta bir adım ileri giderek bu tavrın daha derin bir ortaklığın göstergesi olduğunu iddia edebiliriz. Her iki taraf da bizde toplumsal sınıfların olmamasından aslında işçi sınıfının olmadığını anlamaktadır. Bunlara göre iyi kötü bir burjuvazinin varlığından söz etmek mümkün ve gereklidir, ancak memleketteki işçi ve yedek işçi ordusunun varlığının bir işçi sınıfının var olduğu biçiminde anlaşılması abesle iştigaldir.  İlk kamptakiler için memleketin dört bir yanının demir ağlarla örüldüğü o güzelim yıllarda  sınıfsız ve kaynaşmış bir toplumun temelleri atılmıştır, ancak bu temel atma işi  devlet teşebbüsleri ve nasıl oluyorsa devlet eliyle yaratılan milli burjuvazi tarafından gerçekleşmişti. Bu yüzden mesela özelleştirilen kamu teşebbüslerinin küresel sermayedarlar yerine bu kesim tarafından satın alınması gayet savunuluabilir bir şeydir, çünkü bunlar Türk modernleşmesinin esas çocuklarıdırlar. Diğer kamptakilerse bu menşei karanlık (servetinin kökeni kimi alıkoymalara vs. dayanan) ve milletten kopuk dark side turfanda burjuvazinin karşısında, Anadolu'nun bereketli yaylalarında güneş altında semiren aydınlık - light side (siz "nur"lu olarak da anlayabilirsiniz) otantik burjuvazinin kazanmakta olduğu zafere alkış tutmaktadırlar. Otantik burjuvazi, otantik sivil toplum otantik demokrasi ve otantik dünya devleti demektir ne de olsa. Zamanında başına devlet kuşu konmamış olan ve günümüzde milletçe gerçekleştirdiğimiz küresel atılımdan nemalanamayan çoğunluk ise bir kesim tarafından "halk" diğeri tarafından da "millet" olarak adlandırılarak sınıfsal kimliği mistifize edilmektedir. Cumhuriyetçilerin pozitivizm esinli solidarist - dayanışmacı mantığı sınıfların çelişen çıkarlarını görünmez kılmayı amaçlarken, liberal/muhafazakar ittifakın postmodernizm soslu küreselleşmeci toplum görüşü ise diğerleri gibi sadece ulus çapında değil bizde ve her yerde olmak üzere toplumu "kadın ve erkeklerin toplamı"ndan oluştuğunu*, proleterya gibi kavramlara elveda denilmesi gereken bir dünyada yaşadığımız görüşünü savunmaktadır. Böylece her iki ideoloji kardeşçe işçi sınıfının varlığını yadsıma stratejisini uygulamaktadırlar.

İşçi sınıfının özbilince sahip bağımsız bir siyasi özne olarak var olması meselesi sadece egemen sınıfların tartıştığı bir konu değildir. Bu konu sosyalistler tarafından da tartışılagelmiştir. İşçi sınıfının devrimci bir özne haline nasıl geleceği sorusu yoğun bir biçimde tartışılmıştır. Rosa Luxemburg bu konuda kendiliğindenci bir yaklaşımı savunurken bilindiği gibi Lenin bilincin işçi sınıfa öncü bir kuvvet tarafından dışarıdan taşınması gerektiğini savunmuştur. Avrupa'daki devrimlerin geri çekildiği bir dönemde kaleme alınan Tarih ve Sınıf Bilinci adlı yapıtında Lukacs, işçi sınıfına tarihin öznesi ve nesnesi olma özelliğini atfetmiş ve bu özelliğe uygun bir bilinç geliştirildiği taktirde devrimin başarılı olabileceği fikrini öne sürmüştür. Toplumsal gerçekliği salt düşünce gücü ile dönüştürme çabası bakımından ancak Alman İdealizmi olarak adlandırılan felsefe akımının yapıtları ile karşılaştırılabilecek bu muazzam eser Batılı marksistler tarafından uzunca bir süre tartışılmıştır. 

Bu tartışmalar içerisinde öne çıkan bir kavram çiftinden bahsetmekte fayda var. Marx'ın kendisinin pek de itibar etmediği, hatta olgunluk dönemi denilen çalışmalarında hiç yer vermediği kendinde ve kendi için sınıf kavram çifti bizim için bugün geçmişte olduğundan daha yararlı olabilir. Geçmişte kendinde sınıf uğrağı doğrudan veri olarak kabul edilip, kendi için sınıf uğrağına geçmenin her koşulda geçerli olabilecek yöntemlerinin keşfi için uğraş veriliyordu. Bugün ise burjuva sınıfının entellektüelleri işçi sınıfının varlığının bile söz konusu olmadığı görüşünü dile getirmekteler. Bu da sosyalistleri kendi için sınıfı yaratacak kurgular peşinde koşmayı bırakıp sınıfın kendindeliği üzerine yoğunlaşmaya zorluyor. İşte bu aşamada kendinde sınıf kavramı sınıfın politize olmadığı durumlarda dahi üretim sürecindeki konumlarından ve deneyimlerinden yola çıkarak sınıfın tüm somutluğu içerisinde ortaya çıkarılması ve örgütlenmesi için bir olanak sağlamaktadır. 

Bugün sistem karşıtı hareketler içerisinde sınıf paradigması yeniden güçleniyor. Oysa egemenler açısından sınıfı dile getirmek hala havadan sudan muhabbet etmek anlamını taşıyor. Bu havadan ve sudan muhabbetin önemini kavramaktan uzaklar çünkü meselenin yalnızca tek bir yönünü kavrayabiliyorlar, sınıfı yalnızca hava ile özdeşleştiriyorlar. Daima içinde bulunduğumuz ancak duyu organlarımız aracılığıyla kavraymadığımız nefes alışımızın otomatikliği içinde varlığını unuttuğumuz pis metropol havası ile. Ancak bu ağır havanın yerini bol oksijenli dolayısıyla yanmaya müsait taze havaya bırakması son derece muhtemel. O zamana kadar sınıfın etkinliğini farkına varsak da varmasak da su biçiminde sürdüreceğini unutuyorlar, tıpkı denize ulaşmak için kendi yolunu açan ırmak ya da ilk bakışta gücünü anlamaktan yoksun olduğumuz ancak koskoca kıtaları biçimlendirme kudretine sahip olan okyanus dalgaları gibi...

*Neoliberal iktidarların öncülerinden Thatcher'in sarfetmiş olduğu bir söz.

Posted on 6:15 PM

niçin ikinci bir Rust In Peace yapılmaz?

Filed Under () By yalçın at 6:15 PM

Her sanat eseri ünik(unique)tir. Evet her sanat eserinin kendine özgü diğerlerine benzemeyen bir yönü vardır, ancak bazılarının daha çok vardır. Ben kendimce en eşsizlerinden biri olduğunu düşündüğüm bir albümü seçtim ama kuşkusuz benzer eşsizlikte eserler de mevcuttur. Rust in Peace yerine pekala, Ten, Ok Computer, The Blackening vs. de yazabilirdim, fakat soru yine de aynı kalacaktı. Adını yazdığımız bu eseri diğerlerinden daha eşsiz kılan özellik nedir? Fazla uzatmadan - belki de ilk bakışta son derece klişe bir görünüme sahip olan - cevabımı paylaşayım: İnsan ruhunun derinliklerine ulaşmaktaki ustalıkları. Burada insan ruhunun derinlikleri dediğimiz şeyden ne anladığımız önem kazanıyor. Birkaç milenyumluk bir soruya verilecek genel geçer bir cevabım olduğunu iddia etmeyeceğim ancak bu kavramdan ne anlamamamız gerektiği hakkında bir şeyler söyleyebilirim. İnsan ruhunun derinliğini sadece kişinin bireysel derinliği, bireysel dünyasının en altta yatan dışarıya tamamen kapalı olan alanı ya da en derin duygu ve düşüncelerinin yer aldığı bir katman olarak ele almaktan vaz geçmekte yarar var. Ruhlarımızın derinliklerinde tabi ki gündelik yaşamın yüzeysel meselelerinden daha karmaşık düşünceler, ulu orta paylaşmaktan kaçındığımız yoğunluktaki duygular yer almaktadır, ancak görünenin aksine bunlar bizi dışa kapayan mutlak kişisel öğeler olmaktan çok diğer insanlarla bir araya gelmemizi sağlayan kendimizi onlarla birlikte var etmemizi mümkün kılan; kısacası onlarla ortak paylaşım alanımız olan biricik evrenselliğimizdir. Asıl evrenselliğimiz olan bu derinliği dışarı kapamayı seçenler bizleriz. Özümüzün diğer insanlarla ortak noktaları olan bu derinliği diğerlerine açmamızı yasaklayıp, onlara sadece bizi diğerlerinden ayıran ihtiyaç ve arzularımızı yansıtmamızı emreden günümüz ideolojisine yenik düşenler ve bu durumun doğurduğu "modern dönemin sancıları"ndan muzdariplikten sorumlu olanlar bir yönüyle bizleriz.

Her şey değişir. Çağlar boyu tekrarlana tekrarlana vuruculuğunu yitirmiş ancak aslında çok da anlamlı olan bir söz daha. Bu sözü dile getirmemin nedeni, insan ruhunun derinliklerini belirli estetik biçimler aracılığıyla diğerlerine açmayı başarmış olan sanatçının bunu niçin daha sonra niye beceremediği ya da daha önceki seferde olduğu ölçüde beceremediği sorusuna vereceğim yanıtla ilgili. Evet her şey değişir, müzikte kabul edilen estetik kalıplar da müzisyenin kendisi de zaman içinde değişmektedir. Bizim açımızdan kritik olan, bu değişimin hangi aşamada sanatçıyı bize sunduğu evrensellikten uzaklaştırdığını kavrayabilmek. Burada müzik piyasasında başarı elde etmiş bir grubun büyük şirketlerle sözleşme yaptığı ve bu tür şirketlerin müziğin yapımı sırasında güncel beğenilerin dikkate alınması konusunda gruplara baskı yaptığı argümanı dile getirilebilir. Haklılık payı olabilir, ama bu sorumuzu tam olarak yanıtlamaktan oldukça uzak bir argüman, çünkü Megadeth'in Capital Records'tan ayrılıp mainstreamdan ayrı duran bir plak şirketi ile anlaşması sonrasında yaptığı dört albüm de Rust in Peace kalibresinde değil. Ve de biliyoruz ki Dave Mustaine amerikan yönetiminden ve dünyanın gidişatından en az soğuk savaşın sonlarında olduğu kadar hoşnutsuz. Ayrıca grup şimdiki haliyle yetenek olarak son dönemlerdeki en üst seviyede. Peki o zaman onları  tam da old school metale ilginin canlandığı bir sırada yeni bir Rust in Peace'i üretmekten alıkoyan değişim nerede?

Hayat insanı duyarsızlaştırır. Son bir klişe daha, bakalım üç klişeden manalı bir şeyler çıkarabilecek miyiz? Sıklıkla karşılaştığımız, içten içe bizi kemiren ve bitmek bilmeyen bir rahatsızlık kaynağı olan şeylerle karşı karşıya kalıyoruz. Kendimize ya da başkalarına yapılan haksızlıklardan, adaletesizlikten tutun da, insan rasyonalitesinin en son model  alametifarikası olan toplumsal sistemimizin altında gizliden gizliye işleyen saçmalıkları - her daim iş işten geçtikten sonra - idrak edişimize değin dayanamayacağımız olumsuzluklara karşı geliştirdiğimiz bir savunma mekanizmasıdır duyarsızlaşma. Tabi her duyarsızlaşma aynı zamanda biraz da duyarsızlaştırmadır, duyarsızlaşanın duyarsızlaştığı şeyden nemalananlar tarafından gerçekleştirilen. Duyarsızlaşma dediğimiz şey aynı zaman insan ruhunun derinlikleri ile de yakından ilgilidir. İnsan ruhunun bizi diğerleri ile bir araya getiren onlarla karşılıklı yapıcı ilişkiler kurmamızı sağlayan dışa açık olma boyutunu öteler. Biz yine bildiğimiz bizizdir, ama artık başkaları için ya biz diye biri yoktur, ya da o bildikleri bizin yerinde yeller esmektedir artık, çünkü yüzeydeki ben ile ruhumuzun derinlikleri arasında kurmuş olduğumuz kanallar  artık tıkanmış çorak bir varoluş içine hapsolmuşuzdur. Böylelikle bizi diğerlerinin yoldaşlığından ayrı koyan duyarsızlaşma tam tersi bir etki yaratarak içinde yaşadığımız dünyanın çelişkileri ile tek başına başa çıkmaya zorlar bizleri. Geriye de tek çare kalmıştır, bu deveyi gütmek. Bazıları bu ddeveyi gütme işini bilinçli bir şekilde hatta bazen zevk alarak yapar ve kendilerinden emin bir görüntü verirler etrafa, diğerleri ise duyarsızlaştıklarının zar zor farkındadırlar. Geçmişte kendilerini başarıya taşıyan eserlerin üretim sürecinde faydalandıkları ve bu ürünlere biçim vermiş olan yöntemleri tekrarlayıp dururlar, ancak içerik daima eksik kalmakta ve kullanılan yöntemlerin benzerliği de bu yüzden işe yaramamaktadir. Üç demiştik ama dördüncü bir klişe ile karşı karşıyayız, yöntem ile içerik birbirini karşılıklı olarak belirler.

Her biri insanın evrensel duygu ve düşüncelerinin ortaya konulduğu ender parlama anları olan bu eserlerin istisna olmaktan çıkması içinse bize gereklilik kipinde kurulan cümleler kalmaktadır: yukarıda bahsettiğimiz "kanallar"ı açık tutmalı, derinliğimizi kendimize ve diğerlerine kapamamalı, hayatın bizi duyarsızlaştırmasına karşı çıkmalı, bir araya gelmeli, mücadele etmeli...