16 Nisan’da
yapılacak olan referandum türünden, sayısız kişi, kurum ve
gelişmeyi birbirine bağlayan olayları değerlendirmek daima güç
bir iştir. Neyi dışarıda bırakıp neyi dahil edeceğini tespit
edebilmek kadar nereden başlayacağına karar vermek de insanı
zorlar, zorluyor da. Bu yazı bir Hayırcı
tarafından; kendi hayırının altını doldurmaya çalışan, henüz
kararını vermemiş ya da evet demeyi düşünen çeşitli kesimlere
yönelik olarak yazıldığı için, meseleyi referandumda hayır
demeli miyiz? daha doğrusu neye, niçin hayır demeliyiz? soruları
etrafında ele alacaktır.
Öncelikle işin sıfır
noktasından başlayalım. Evet ile Hayır arasındaki çekişme
anlamsız bir didişme, sonucu – kazananı ve kaybedeni baştan
belirli bir mizansen ya da bu kamplarda yer alanların kazanmaları
halinde her türlü muratlarına erecekleri sihirli bir olay
değildir. Evet kazanırsa hedefine oldukça yaklaşmış olacaktır
belki ancak ülkeyi yönetemeyen – unutmayalım ki, mevcut OHAL ve
referandum da bunun bir sonucudur – mevcut iktidarın genel
seçimlere kadar nasıl idare edeceği tam bir muammadır. Kaybetmesi
halinde daha da zorbalaşacağı; yeni zorlamalarla, Allah’ın yeni
lütufları için yapılacak oyunlarla kamuoyunu meşgul edeceği
kesindir. Hayırın kaybetmesi durumunda son iki ayda ortaya konan –
2013 ve 2015’in bakiyesini canlandıran – emek ve yaratılan etki
üzerine savunma hatları inşa etmesi; kazanması halinde ise yeni
bir Türkiye için hayırları ortaklaştırma yollarını örmesi
gerekmektedir. Ayrıca sonuç hiç de Evet için çantada keklik
görünmüyor. Hatta kesin olan bir şey var ki, halkın yüzde
85’inden fazlası sandığa giderse referandum hayırlı bir
biçimde sonlanacak. Bu hem de Evet’in siyasal iktidarın tüm
olanaklarını saldırgan bir biçimde ve millete gına getirecek
ölçüde kullanıyor olmasına rağmen böyle. Dolayısı ile
referandumun anlamsız bir itişme olmaktan uzak olduğunu; bir
zorunluluk ve de bir fırsat ile karşı karşıya olduğumuzu
kavramamız ve de oyumuzu kullanıp, tercihen mührü Hayır’a
basmamız gerekiyor.
Söyleyeceklerimiz bununla
sınırlı değil. Hayır’ın neye ve ne amaçla verildiği
üzerinde durarak anlamını ve de değerini belirlemeye çalışıyoruz.
Neye hayır dediğimiz ilk planda oldukça açık: Tek adamlığa,
tek adam rejimine, sistemine, iktidarına, yönetimine... külliyen
hayır diyoruz. İşin önemli yanı, bunu sadece malum bir kişi
için söylemiyoruz. Söz konusu kişi özelinde cisimleşmiş bir
rejime, iktidar ve sömürü sistemine itiraz ediyoruz. Bugün
önümüze tek adamlık dayatması biçiminde konulan şey aslında,
bu ülkeye – ve de son dönemde mantar gibi bittikleri diğer
ülkelere – tek adamlıktan, otoriter popülist rejimlerden başka
önerebileceği hiçbir şey kalmamış olan neoliberalizm ve de onun
bu coğrafyadaki en hevesli/maharetli formasyonu olan siyasal
İslam’dır. Referandumda bizden fiilen uygulanmakta olan tek
adamlık rejiminin hukuki üstyapısını onaylamamız isteniyor.
Hayır diyerek ülkenin hiçbir yapısal sorununa gerçek bir çözüm
sunamayan bu ikilinin bizleri koşulsuz şartsız esir almasına
karşı çıkmış oluyoruz.
Neoliberalizm ve siyasal İslam - İslami söylem ve imgeleri kullanarak uluslararası kapitalizm ile eklemlenme projesi - ikilisinin yarattığı iktidar ve bugüne nasıl geldiğimiz
üzerinde durarak bizim hayırımızı netleştirmeye çalışacağım.
Mevcut iktidarın bu sistemin ilk ürünü olmadığını
hatırlatmakla başlayayım. 80’li yılları hatırlayanlar, işin
aslına ilişkin kolayca fikir sahibi olabilirler. Bugün karşımızda
olan iktidar, 15 yılın sonunda, sistemin ikinci sürümünün en
yeni güncellemesi (2.x) olarak değerlendirilmelidir. Bu sürüm
2010 yılında gerçekleştirilen yine bir anayasa referandumu
sonrası geri dönüşü olmayan yola girmiş bir sınıf
iktidarıdır. 2010 yılında 82 Anayasası’nı bu anayasanın
mantığını pekiştirecek şekilde, yürütmeyi güçlendirerek
değiştiren ve de bunu hegemonik kapasitesini kullanarak
demokratikleşme diye kabul ettirebilen iktidarın anatomisini
anlamak açısından onun bir sınıf iktidarı – bununla egemen
sınıf içindeki rekabeti yönlendirme ve de emekçi sınıfları
tahakküm altında tutabilme kapasitesini kastediyorum – olduğunu
kavramak önemlidir. İdeolojik hegemonyası gerilemiş olsa da
sınıfsal açıdan iktidarını önemli ölçüde devam
ettirmektedir.
Bu iktidarın sacayağını
oluşturan temel öğeler üzerinde durarak Hayır’ın anlamını,
neye hayır dediğimizi belirginleştirmeye çalışalım. İşin
iktisadi kısmı ile başlayalım. Karşımızdaki tek adam iktidarı
her neoliberal iktidar gibi varlığını devletin
düzensizleştirilmesi, piyasalaşma ve finansallaşma gibi
karakteristik iktisat politikalarını uygulamaya geçirmeye
adamıştır. Bununla birlikte ücretlerin düşürülmesi ve
işsizlik oranlarındaki artış yine tipik bir neoliberal çıktıdır.
Önemli olan bunun nasıl yönetildiği. Kullanılan araçlar aslında
oldukça tanıdık, borç ve sosyal yardım ancak bunların nasıl
kullanıldığı üzerinde durmalıyız. Tüketici kredilerinin,
kredi kartlarının, mortgage’ların insanların barınma,
beslenme, giyim, eğitim, ulaşım ve entelektüel gelişim gibi
temel haklarına kalıcı bir çözüm yaratmaktan ziyade onları
kronik borçluluğun pençesine alarak terbiye etmeye yarayan biçimde
kullanıldığına tanık oluyor ve de yaşıyoruz. Yine sosyal
yardımların da, kamu kaynakları ile gerçekleştirilen ancak
iktidarın özel icraatı gibi sunulan hepimizin malumu olan ayni ve
maddi yardımların da, yoksulluğu ortadan kaldırma ve de bu
yardımları alan insanların kendi kendine yetebilmelerini
sağlayacak toplumsal dönüşümü gerçekleştirmekten uzak
olduğunu görüyoruz. Ancak durum sadece bununla sınırlı değil.
Eğer öyle olsaydı emekçi sınıfların hem daha üst seviye
gelirli olanları hem de daha dar gelirli olanları iktidara karşı
çok daha kolay bir biçimde net bir tavır alırlardı. Bunu
engelleyen unsur, borçlandırmanın ve sosyal yardımların
boyunduruk altına alma gücüdür. Her ikisi de emekçi sınıfları
terbiye etmekte, güvencesizleştirmekte ve de iktidarın varlığına
dair sistematik bir ihtiyaç içerisine sürüklemektedir. Ayrıca
dini ve dini olmayan imgeler kullanılarak bu zorunluluğa ilişkin
mitler yaratmaktadır. Sonuç olarak, artan sömürü ve yabancılaşma
oranları borçlanarak yapılan bina, yol ve köprülere yönelen
fetişizmi doğurmakta; istikrar, hizmet ve hamd gibi sözcükler
gerçekte tam ters yönde olup bitenlerin kutsanması anlamını
taşımaktadır.
Tek adam iktidarının siyasi
yönü öncelikle kendisini var eden ve asla aşılmaması gereken
çizgilerin belirlenmesi ile başlar. O da uluslararası sermayenin
çıkarlarını kollama ve uygulama olarak adlandırılabilir. Bu
konuda memleket tarihinde eşi görülmemiş bir uyum ve “başarı”
sağlanmış olması iktidarın devamını ve tek adamın kendisini
bu iktidar ağı içinde kilit noktaya taşıyan önemli unsurlardan
birisidir. Bu konudaki açık ya da gizli başarıların sağladığı
kredi sayesinde arada kimi dayılanmalara ve esip gürlemelere göz
bile yumulabilir. Önemli bir başka husus ülke genelinde pazarın
kontrol edilmesidir. Mikro iktisat terminolojisi ile pazara kimin
girip çıkacağı, gerçek hayatta ise inşaat, medya, tekstil gibi
kilit sektörlerde kimin hangi karşılığı vererek ekmek yiyip
yemeyeceği iktidar tarafından belirlenmektedir. Tüm bunlar
gerçekleştirilirken dar bir aile çevresi ve danışmanlar kuşağı
dışında sabit bürokratik bir gövde ve yönetici elitin
yaratılmamış olması oldukça önemlidir. Tek adamın sorumlu
olduğu ve de bir oranda yetkiyi paylaştığı bir yöneticiler
loncası tehdit olarak algılanmaktadır ve bu işleri yapacak
kadrolar taşerona havale edilir. Başarısızlık olduğunda hesap
verecek olanlar da bunlardır. Birinin gidip diğerinin gelmesi
kaçınılmazdır. Son olarak değinilmesi gereken husus muhtarlar.
Muhtarların sistemdeki işlevi sadece canlı dinlemek zorunda
kaldıkları söylevler değil; iktidarın tabana yayılmasını
sağlamaktır. İktidarın yarattığı imkan ve aynı zamanda
tehditlerin en tepeden doğrudan tabana yayılmasına imkan verir.
Tüm bu unsurları sarıp
sarmalayan ideolojik hale, Batılı ülkelerin – özellikle
Almanya’nın – gelişmişlik seviyemizi kıskandığını ve de
aynı anda Osmanlı İmparatorluğu’nu dirilten bir Kurtuluş
mücadelesi vermekte olduğumuzu savunan bir milliyetçilikten
ibarettir. Dış ilişkilerdeki başarısızlık, askeri ve politik
hezimetlere dönüştükçe; iktidarın, vaat ettiği toplumsal
barışın – Kürt sorununun çözümü, Alevilere yönelik
açılımlar vb. – bizzat en büyük engelleyicisi olduğu
anlaşıldıkça bu ideolojik tutum son derece saldırgan bir hal
almaktadır. İktidar kendi tabanınında tepkiselliği adeta
kaşımakta, bu ideoloji aracılığıyla karşı tarafa kanalize
etmekte, tehdite dönüştürmekte ve toplumu terörize etmektedir.
Tüm bu sacayakları birlikte
işlemekte; iktisadi alanda firmalar iflas eşiğine geldikçe, dolar
– dış borç rekorlar kırdıkça, bireysel borçluluk arttıkça
ve yardımlar azaldıkça, siyasi alanda parti ve kadrolar
işlevsizleştikçe, dış politika göçtükçe, toplumsal barış
günden güne zarar gördükçe ülke yönetilemez hale gelmektedir.
Ülkenin yönetilemez hale gelişi ile siyasi sistemin daralması,
tek adamlığın öne çıkması neden sonuç ilişkisine
dayanmaktadır; çünkü yukarıda saydığımız tüm olumsuzluklar
olağanüstü tedbirler, sert ve olumsuz sonuçları düşünülmeden
hızla atılması gereken adımlarla üstesinden gelinmeye
çalışılmaktadır. Kimsenin rızasını almak için vakit
kaybedilmemesi, tek doğru ve yeterlilik kriteri olarak iktidara
duyulan sadakat olması gerekmektedir. Zira iktidarın meşruluğunun
ortadan kalktığını gösterecek hiçbir olayın
gerçekleştirilmesine tahammül gösterilemez. Çözüm toplumsal
yabancılaşmanın gün geçtikçe derinleştirilmesinde
aranmaktadır. Nefret ve şiddet eylemleri çoğalmaktadır, iktidar
toplumun birbirine düşmanlaşmasını, kapatmayı bir yönetim
tekniği olarak benimsemektedir. Kadınlara sokağı, öğretmenlere
okulları, habercisine medyayı, sanatçısına sahneyi
kapatmaktadır. Ülkenin ortak zenginlikleri talan edilirken
kadınlara ve çocuklara taciz ve ölüm; hocalara, sanatçılara,
hukukçulara medeni ölüm; vatandaşına ve siyasetçisine ise
operasyon ve gözaltı vaat edilmektedir.
Yürütmeyi etkinleştirme
arzusu artık tüm sorumluluğun meclise, topluma ya da mahkemelere
karşı hiçbir sorumluluğu olmayan bir tek kişi ile memleketi
yönetme daha doğrusu zapt etme ihtirasına böylece dönüşür.
İktisadi ve siyasi kötü gidişin mimarı ve müsebbibi olan
iktidar bizden sorunların tek çözümünün kendimizi onun ellerine
daha da çok terk etmemiz olduğuna inandırmaya çalışıyor.
Durum, hem Senato’nun başında olan hem de sorun çıkaran
Ticaret Federasyonu’nu perde arkasından yöneten kişinin bu
çatışmanın çözümü için olağanüstü yetkilerle seçilip
kendisini imparator olarak atadığı Star Wars filmi senaryosunu
andırmaktadır. Bu duruma yapılan her türlü itiraz ve eleştiri
hainlikle suçlanmaktadır ki bu durum aslında başkan ile devletin
kurumsal kimliğinin ayrılması neredeyse imkansız olduğu tek adam
rejimlerinde kaçınılmazdır. Bereket referandum propaganda dönemin
ilk başlarda kullanılan tehditkar dilin, hayır diyecek olanların
bir çırpıda hain ve dinsiz ilan edilmesinin oy oranlarına müspet
bir biçimde yansımadığı göstermesinden olacak ki şimdilik
frene basılmış gibi görünmekte. Anayasa değişiklik paketinin
içeriğinin tartışılmasının önüne geçilmesi için her türlü
çaba sarfediliyor. Bu da aslında iktidar açısından mantıklı
bir adım. Sanki istedikleri herhangi bir adımı atmalarının
önünde herhangi bir engel varmış gibi memleketin yönetim
sistemini neden değiştirmek istediklerini nasıl anlatabilirler ki?
İnsanlara ben hem devletbaşkanı olacağım, hem partimin tekrar
başına geçeceğim, meclis benim kuklam olacak, bana hesap
soramayacak, yeniden seçileceğimi anladığım anda kafama göre
meclisi de feshedebileceğim, aynı zamanda yargıyı ben dizayn
edeceğim, bütçeyi ben hazırlayacağım, KHK’lar ile fiilen
yasama organı da ben olacağım, kabine de benim istediği gibi
kurar kaldırır istediğimi atarım, bir de bunların hepsi bir yana
ordunun komutası da bana bağlı olacak, her türlü tedbiri
alabileceğim nasıl denilebilir ki?
Bizler bunların
anlatılamayacağını biliyoruz. Tüm bu düzenlemelerin teklif
edilmiş olmasından bile utanç duyarak hayırımızı dile
getiriyoruz. Ülkeyi bir uçurumun kenarına taşımış olan
iktidarın, sorunların kaynağında olan kişilerin kendilerini
sorunların çözümünün adresi olarak sunmalarını kabul
etmiyoruz. Bu iktidarı yaratan neoliberal yönetişim mantığının
ve onun maskesi olan siyasal İslam’ın bu ülkeye verebileceği
hiçbir şeyin olmadığını dile getiriyoruz. Hayırlarımızı
ortaklaştıracak, zenginliği paylaşan, barışın, eşitliğin ve
özgürlüğün Türkiye’sinin kuruluşu için bir ön adım olarak
oyumuzu kullanıyor ve de oylarımıza sahip çıkıyoruz.