Vali Güler, 1 Mayıs'ın bu yıl İstanbul'da Taksim Meydanı'nda kutlanacağını kamuoyuna "Üretimin vazgeçilmez unsuru olan emeğin kutsallığı çerçevesinde emekçilerin 1 Mayıs'ın huzur ve güven içinde, demokrasiye yakışır bir şekilde bayram havasında kutlaması en doğal hakları olarak görülmektedir. Bu itibarla 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü'nün ülkemize yakışır bir şekilde tüm sosyal taraflarca barış ve huzur içerisinde demokratik bir olgunlukla kutlanması konusunda bir mutabakat sağlanmıştır.'' ifadelerini kullanarak duyurmuş.*
Biz de söze şu "emeğin kutsallığı" meselesini ele alarak başlayalım. Kutsallık aşkınsal bir varlığa gönderme yapan bir kavram. Emek ise doğrudan insan ile ilgili, insanın doğa ile ve diğer insanlar ile ilişkisinde ön plana çıkan bir süreci ifade ediyor. Hal böyle iken niçin dilimize açıkça çelişki taşıyan bu tür bir söz yerleşmiş diye sormak gerekiyor. Bu durum sanırım çok uzun süre devam eden bir birikimin sonucu. Birikimin temelinde de emeğin sömürüsü olgusu bulunmakta. Emeğe kutsallık atfedenler, mevcut biçimiyle emeğin toplumsallaşmasından fayda sağlayanlardır. Antik Çağ'da kent devletlerinin varlıklı vatandaşları, Ortaçağ'da aristokrasi ve Modern Çağ'da burjuvazi ya da burjuvalaşmış toprak sahipleri. Bu liste her ne kadar fazlasıyla şemalaştırılmış da olsa belirli bir eğilimi ortaya koyma gücüne sahiptir. Tüm bu çağlar boyunca üretim araçlarına sahip olanlar ve siyasi iktidarı elinde bulunduranlar için emek "kutsal" olagelmiştir, çünkü zenginliklerinin ve de kudretlerinin yegane kaynağı emektir. Dolayısıyla emeğin kutsallaştırılışını emeğin ürününe el koyan sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları bir mit olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir.
Egemen sınıfların ideolojilerinin egemen ideoloji haline geldikleri yünündeki marksist önermeyi hatırlayalım.** Bu durum özellikle de zenginliğin kendisinin zenginlik yaratmanın esas prensibi haline geldiği Modern Çağ için geçerlidir. Günümüz dünyasının egemen sınıfları için emek her zamankinden daha da kutsaldır. Emekçi sınıfları içinse her zamankinden daha çok kendi sömürülerini derinleştirme aracı haline gelmiştir. Açıktır ki bu insanlar için emeğin hiç bir kutsal yanı yoktur. Emeğin daha demokratik bir biçimde değerlendiği, daha farklı bir biçimde toplumsallaştığı bir düzenin kurulması bu sınıfların lehinedir. İşte tam da bu noktada, emeğin egemen sınıflar tarafından kutsallaştırılmasındaki ikinci kritik hususla karşılaşıyoruz. Kutsal olanın ilahi adaletin tecellisi olarak kavranması; emeğin, insan üstü olduğu kadar tarih üstü olması. Yani mevcut emek rejimini dönüştürmenin mümkün ve istenir olmaktan çıkarılması.
Oysa tarihin kendisi bu kutsallık iddiasının yersizliğini göz önüne sermektedir. Köle emeğinin ücretli emeğe dönüşümünü, ya da son 150 yıl içinde kapitalist üretim ilişkileri temelinde şekillenen farklı toplumsal formasyonları düşünelim. Bu dönüşümlerin varlığı kendiliğinden emeğin "kutsal" bir şey olmadığını göstermektedir. Önemli olan kutsallık maskesi ardına saklanan bu tarihselliği emekten yana bir toplumsal düzen doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda öne çıkan isimlerden birinin fikirlerini ele alarak devam etmek istiyorum.
Antonio Gramsci, 1. Dünya Savaşı yıllarında aktif bir biçimde katıldığı sosyalizm mücadelesini, İtalyan Komünist Partisi'nin kuruluşuna katılarak ve daha sonra bu partinin liderliğini üstlenerek sürdürmüş, yaşamının son yıllarını bu yüzden hapishanede geçirmiş ve aynı zamanda 20. Yüzyıl'ın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir düşünce adamıdır. Fikirlerini ağırlıklı olarak hapishane yıllarında tuttuğu defterlerden öğrenmekteyiz. Bu defterlerde işlenen konuların temelinde 1919-21 yılları arasında yaşanan işçi konseyleri deneyimi, konseyler etrafında oluşan hareketin başarısızlığa uğraması ve faşizmin yükselişi gibi konular bulunmaktadır. Gramsci, işçi konseyleri etrafında oluşan politik harekete yoğun ilgi göstermiştir. Bu ilgi ve desteğin nedeni, işçi konseylerini sosyalist mücadele açısından niteliksel olarak sendikalardan daha üstün görmesidir. Gramsci için sendikalar, kapitalist sistem içinde iş gören kapitalizmin kendini yeniden üretişi ile kavgası olmayan bir örgütlenme biçimidirler. İşçi konseyleri ise işçilerin üretim süreçleri üzerinde doğrudan belirleyici olmalarını sağlayan ve bu niteliği dolayısıyla sosyalist toplumun nüvelerini içinde taşıyan bir örgütlenme biçimidir.***
Gelelim bizdeki 1 Mayıs kutlamalarına. Yazının başında aktarıldığı gibi bu yıl 1 Mayıs'ı nihayet Taksim'de kutlayabileceğiz. Bunu elbette bir kazanç olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Neredeyse kendisi bir gelenek halini almış olan bir mücadelenin ürünü çünkü. Bununla birlikte çok önemli bir mücadelenin başlangıcı olma potansiyeline sahip. Bu potansiyelin gerçekleşebilmesi için, Taksim mücadelesinin niçin verildiğini sorgulamak gerekiyor. "1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamanın kendisi bir amaç mıdır?" sorusunun yanıtı önemli. Eğer olumlu bir yanıt verecek olursak bu amaca erişmenin coşkusu ve aynı zamanda rehaveti içinde kutlama yapabiliriz.**** Ancak yanıtımız olumsuz ise asıl mücadelenin yeni başladığı fikrini ileri sürebiliriz. Böylelikle 1 Mayıs'ı Taksim'de kutluyor olmanın verdiği kendine güvenle emeğe takılmış olan kutsallık maskesinin yırtılıp atılması için yapılması gerekenleri soruşturmaya başlayabiliriz.
Yakın tarihimiz düşünüldüğünde 1 Mayıs'ı nerede kutlayacağımız oldukça önemli, ancak nasıl kutlayacağımız da önemli. Hangi somut öneri ve taleplerle bu kutlamayı gerçekleştireceğiz? Bence bugün ile 1 Mayıs günü arasında üzerinde düşünülmesi gereken en önemli soru budur. Benim görüşüm şöyle: Mevcut sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasındaki bağların durumu düşünüldüğünde, Gramsci'nin tanıklık ettiği işçi konseyleri benzeri örgütlenmelerin kurulması, atılması gereken en önemli adım olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla sınıf hareketi ile sınıf arasındaki organik bağı kurmaya yönelik siyasi, hukuki ve kültürel engellerin aşılmasını amaçlayan somut önerilere ve bu önerilerin hayata geçirileceği bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. Umarım bu yılki kutlamaların yaratmış olduğu fırsatı coşkulu kutlamalar ile birlikte emeğin kutsallığını ortadan kaldıracak bu türden somut adımların tartışıldığı bir forum olarak değerlendirebiliriz.
1 Mayıs'ta Taksim'de görüşmek üzere.
Not: Emek Sineması'nın kapatılmasının engellenmesi yönündeki talep, kesinlikle Taksim'de dile öncelikle dile getirilmesi gereken taleplerden bir tanesi durumunda.
*Vurgu bana ait.
** "Emeğin kutsallığı" sözü de bu tür bir ideolojinin dilimizdeki yansıması olarak değerlendirilebilir.
*** Gramsci bu konseylerle, Bolşeviklerin kurmuş oldukları iktidarı dayandırdıkları Sovyet'ler arasında bir paralellik kurmaktadır. Her ikisi de mevcut iktidara alternatif olarak ortaya çıkan kollektiflerdir.
**** 1 Mayıs "açılımı"nı dikta rejiminden çıkışın yaşandığı bir demokratikleşme atılımına indirgemek işçi sınıfı mücadelesini törpüleyen bir tavır olacaktır. Bu yılki 1 Mayıs'ın çok daha köklü gelişmelere gebe olma potansiyelini kaçırmamak gerekiyor.
Biz de söze şu "emeğin kutsallığı" meselesini ele alarak başlayalım. Kutsallık aşkınsal bir varlığa gönderme yapan bir kavram. Emek ise doğrudan insan ile ilgili, insanın doğa ile ve diğer insanlar ile ilişkisinde ön plana çıkan bir süreci ifade ediyor. Hal böyle iken niçin dilimize açıkça çelişki taşıyan bu tür bir söz yerleşmiş diye sormak gerekiyor. Bu durum sanırım çok uzun süre devam eden bir birikimin sonucu. Birikimin temelinde de emeğin sömürüsü olgusu bulunmakta. Emeğe kutsallık atfedenler, mevcut biçimiyle emeğin toplumsallaşmasından fayda sağlayanlardır. Antik Çağ'da kent devletlerinin varlıklı vatandaşları, Ortaçağ'da aristokrasi ve Modern Çağ'da burjuvazi ya da burjuvalaşmış toprak sahipleri. Bu liste her ne kadar fazlasıyla şemalaştırılmış da olsa belirli bir eğilimi ortaya koyma gücüne sahiptir. Tüm bu çağlar boyunca üretim araçlarına sahip olanlar ve siyasi iktidarı elinde bulunduranlar için emek "kutsal" olagelmiştir, çünkü zenginliklerinin ve de kudretlerinin yegane kaynağı emektir. Dolayısıyla emeğin kutsallaştırılışını emeğin ürününe el koyan sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları bir mit olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir.
Egemen sınıfların ideolojilerinin egemen ideoloji haline geldikleri yünündeki marksist önermeyi hatırlayalım.** Bu durum özellikle de zenginliğin kendisinin zenginlik yaratmanın esas prensibi haline geldiği Modern Çağ için geçerlidir. Günümüz dünyasının egemen sınıfları için emek her zamankinden daha da kutsaldır. Emekçi sınıfları içinse her zamankinden daha çok kendi sömürülerini derinleştirme aracı haline gelmiştir. Açıktır ki bu insanlar için emeğin hiç bir kutsal yanı yoktur. Emeğin daha demokratik bir biçimde değerlendiği, daha farklı bir biçimde toplumsallaştığı bir düzenin kurulması bu sınıfların lehinedir. İşte tam da bu noktada, emeğin egemen sınıflar tarafından kutsallaştırılmasındaki ikinci kritik hususla karşılaşıyoruz. Kutsal olanın ilahi adaletin tecellisi olarak kavranması; emeğin, insan üstü olduğu kadar tarih üstü olması. Yani mevcut emek rejimini dönüştürmenin mümkün ve istenir olmaktan çıkarılması.
Oysa tarihin kendisi bu kutsallık iddiasının yersizliğini göz önüne sermektedir. Köle emeğinin ücretli emeğe dönüşümünü, ya da son 150 yıl içinde kapitalist üretim ilişkileri temelinde şekillenen farklı toplumsal formasyonları düşünelim. Bu dönüşümlerin varlığı kendiliğinden emeğin "kutsal" bir şey olmadığını göstermektedir. Önemli olan kutsallık maskesi ardına saklanan bu tarihselliği emekten yana bir toplumsal düzen doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda öne çıkan isimlerden birinin fikirlerini ele alarak devam etmek istiyorum.
Antonio Gramsci, 1. Dünya Savaşı yıllarında aktif bir biçimde katıldığı sosyalizm mücadelesini, İtalyan Komünist Partisi'nin kuruluşuna katılarak ve daha sonra bu partinin liderliğini üstlenerek sürdürmüş, yaşamının son yıllarını bu yüzden hapishanede geçirmiş ve aynı zamanda 20. Yüzyıl'ın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir düşünce adamıdır. Fikirlerini ağırlıklı olarak hapishane yıllarında tuttuğu defterlerden öğrenmekteyiz. Bu defterlerde işlenen konuların temelinde 1919-21 yılları arasında yaşanan işçi konseyleri deneyimi, konseyler etrafında oluşan hareketin başarısızlığa uğraması ve faşizmin yükselişi gibi konular bulunmaktadır. Gramsci, işçi konseyleri etrafında oluşan politik harekete yoğun ilgi göstermiştir. Bu ilgi ve desteğin nedeni, işçi konseylerini sosyalist mücadele açısından niteliksel olarak sendikalardan daha üstün görmesidir. Gramsci için sendikalar, kapitalist sistem içinde iş gören kapitalizmin kendini yeniden üretişi ile kavgası olmayan bir örgütlenme biçimidirler. İşçi konseyleri ise işçilerin üretim süreçleri üzerinde doğrudan belirleyici olmalarını sağlayan ve bu niteliği dolayısıyla sosyalist toplumun nüvelerini içinde taşıyan bir örgütlenme biçimidir.***
Gelelim bizdeki 1 Mayıs kutlamalarına. Yazının başında aktarıldığı gibi bu yıl 1 Mayıs'ı nihayet Taksim'de kutlayabileceğiz. Bunu elbette bir kazanç olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Neredeyse kendisi bir gelenek halini almış olan bir mücadelenin ürünü çünkü. Bununla birlikte çok önemli bir mücadelenin başlangıcı olma potansiyeline sahip. Bu potansiyelin gerçekleşebilmesi için, Taksim mücadelesinin niçin verildiğini sorgulamak gerekiyor. "1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamanın kendisi bir amaç mıdır?" sorusunun yanıtı önemli. Eğer olumlu bir yanıt verecek olursak bu amaca erişmenin coşkusu ve aynı zamanda rehaveti içinde kutlama yapabiliriz.**** Ancak yanıtımız olumsuz ise asıl mücadelenin yeni başladığı fikrini ileri sürebiliriz. Böylelikle 1 Mayıs'ı Taksim'de kutluyor olmanın verdiği kendine güvenle emeğe takılmış olan kutsallık maskesinin yırtılıp atılması için yapılması gerekenleri soruşturmaya başlayabiliriz.
Yakın tarihimiz düşünüldüğünde 1 Mayıs'ı nerede kutlayacağımız oldukça önemli, ancak nasıl kutlayacağımız da önemli. Hangi somut öneri ve taleplerle bu kutlamayı gerçekleştireceğiz? Bence bugün ile 1 Mayıs günü arasında üzerinde düşünülmesi gereken en önemli soru budur. Benim görüşüm şöyle: Mevcut sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasındaki bağların durumu düşünüldüğünde, Gramsci'nin tanıklık ettiği işçi konseyleri benzeri örgütlenmelerin kurulması, atılması gereken en önemli adım olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla sınıf hareketi ile sınıf arasındaki organik bağı kurmaya yönelik siyasi, hukuki ve kültürel engellerin aşılmasını amaçlayan somut önerilere ve bu önerilerin hayata geçirileceği bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. Umarım bu yılki kutlamaların yaratmış olduğu fırsatı coşkulu kutlamalar ile birlikte emeğin kutsallığını ortadan kaldıracak bu türden somut adımların tartışıldığı bir forum olarak değerlendirebiliriz.
1 Mayıs'ta Taksim'de görüşmek üzere.
Not: Emek Sineması'nın kapatılmasının engellenmesi yönündeki talep, kesinlikle Taksim'de dile öncelikle dile getirilmesi gereken taleplerden bir tanesi durumunda.
*Vurgu bana ait.
** "Emeğin kutsallığı" sözü de bu tür bir ideolojinin dilimizdeki yansıması olarak değerlendirilebilir.
*** Gramsci bu konseylerle, Bolşeviklerin kurmuş oldukları iktidarı dayandırdıkları Sovyet'ler arasında bir paralellik kurmaktadır. Her ikisi de mevcut iktidara alternatif olarak ortaya çıkan kollektiflerdir.
**** 1 Mayıs "açılımı"nı dikta rejiminden çıkışın yaşandığı bir demokratikleşme atılımına indirgemek işçi sınıfı mücadelesini törpüleyen bir tavır olacaktır. Bu yılki 1 Mayıs'ın çok daha köklü gelişmelere gebe olma potansiyelini kaçırmamak gerekiyor.
0 comments
Post a Comment