Dialektik... kritisch und revolutionär
Değerli okur! "Eleştirel ve devrimci diyalektik" Karl Marx'ın ayrıntılı bir açıklamasını yazıya dökme fırsatını asla yakalayamadığı ancak tutkulu bir biçimde bağlı olduğu yöntemini adlandırmak için kullanmış olduğu bir ifade. Ayrıca burada paylaşılan denemelerin dile getirdiği arayışın nesnesini oluşturuyor. Bu arayışı kendini eski metinlerle sınırlayan bir tür ruh çağırma ayini olarak değil içinde bulunduğumuz zamanda bizleri çevreleyen kimi kuram ve pratikleri inceleyerek sürdürmeyi seçtim, çünkü diyalektiğin donuk kalıplar bütününden ziyade içinde bulunduğumuz an'ı kavramamızı sağlayan canlı bir teori olduğunu düşünüyorum. İnsanın hakikati arama çabasında hayat bulan ve bu çabanın evrimine katkıda bulunan bir diyalektik anlayışını paylaşmak dileğiyle...
Posted on 6:04 PM

only difficult in your mind!

Filed Under () By yalçın at 6:04 PM





anlamak, öğrenmek, kavramak vs. çok tartışmalı kavramlar. Bu kavramları ve ifade ettikleri eylemlerin nesnesini oluşturan bilgi vs. diğer bir takım kavramı da tartışmalı kılan post-modern iklimin varlığından hoşnut olup olmamak bir yana; böylesine yoğun tartışmaların içinde sosyal teoriye ilişkin laflar etmeye çalışmak kimi zaman cesaret kırıcı hatta yılgınlık verici olsa da, bu tür temel meselelerin tartışmaya açık olduğu bir ortamda yaşıyor olmak aslında hiç de fena değil. Kökene ilişkin meselelerin tartışılabilir olması aynı zamanda bu meselelere ilişkin sanıları da dönüştürülmeye açık kılıyor. Çeşitli olumsuz koşullar nedeniyle fikirlerin dönüştürücü gücüne  muhtaç olduğumuzu düşünürsek* aslında eleştirel ve devrimci bir düşünce tarzını canlandırmak için önümüzde bir çok olasılığın var olduğu anlamına geliyor.

Fazla uzatmaya niyetim yok ancak yine de tartışmak istediğim şey öğrenme kavramı ile ilgili. Daha çok öğrenmeye bakışımızla ilgili. Nöroloji, psikoloji ve felsefe gibi bir çok farklı ve hatta - rakip diyebileceğimiz bir dünyada yaşamadığımız için - hısım olarak adlandırabileceğimiz alanda öğrenme konusu ile ilgili çeşitli yaklaşımlar mevcut. Bunların büyük bir kısmına hakim olmamakla beraber; şöyle bir yaklaşımın hakim olduğunu düşünüyorum: öğrenme pozitif süreçtir. Bununla kastım öğrenmenin bilgi ya da fiziksel yetiler açısından nicel bir artışı ifade etmesi, öğrenmenin konusunu teşkil eden meseleye karşı önceden girişilen yanlış tutumun - önceden hiç bir meylin olmadığı durumlar da söz konusu olabilir - yerine doğru olanın geçirilmesi olarak anlaşılması.

Diyalektik konusunda usta olan düşünürlerin sıkça kullandıkları yadsıma, olumsuzlama ya da değilleme gibi kavramların varlığından da cesaret alarak bu yaklaşımın sorgulanması gerektiği yönünde görüş bildirmek istiyorum. Bunu bir hatırlatma olarak da algılayabilirsiz. Bana öyle geliyor ki, öğrenme dediğimiz şey; varolmayanın ya da yanlış biçimde varolanın yerine doğru, aslına tamamiyle sadık bir varolanın geçirilmesi  - diğer bir deyişle sürekli olarak sıfırın yerine bir tür birin geçirilmesi - değildir. Daha ziyade diğer insanlarla ya da nesnelerle (kendi zihnimizi ve bedenimizi de dahil etmeliyiz) kurduğumuz ilişkiler ki Marx bunu bilinç olarak adlandırmaktadır, dahilinde yaratılan potansiyelin realize edildiği bir süreçtir. 

Bir müzik enstrümanı ile ya da bir spor dalı ile uğraştığınızı kabul edin. Uğraş verdiğiniz alanda kaydettiğiniz ilerleme hiç bir zaman salt bir artış daha doğrusu mutlak anlamda dışınızda olan bir bilginin zihninizdeki kataloğa eklenmesi değildir. O müzik enstrümanı ile daha önce çıkaramadığınız bir notayı daha önce ulaşamadığınız bir hızda çıkarmak aslında bedeninizin ve zihninizin sahip olduğu bir potansiyeli gerçekleştime anlamına gelmektedir. Önceden kaldırmanızın mümnük görünmediği bir ağırlığı kaldırmak da öyle. Hiç bir zaman vücudunuzun asla kaldırmanıza müsade etmeyeceği bir ağırlığı kaldırmanız mümkün olamaz.

Peki ilk seferde müzik enstrümanı üzerinde gerçekleştiremediğini eylemi ya da kaldıramadığınız ağırlığı kaldırmanız nasıl mümkün olmuştur? İlk bakışta önceleri gerçekleştirmeyi beceremediğiniz eylemi becerebilmek için gösterdiğiniz çaba sürecinde kendinize bir takım yetiler kazandırarak; örneğin kas yapınızı ya da müzik kulağınızı geliştirerek. Benim dikkatinizi çekmek istediğim nokta da tam olarak bu yeti kazanma meselesinin olumlu bir süreç olduğu kadar olumsuz bir süreç olduğudur. Geliştirilen kas yapısı aynı zamanda ilk haldeki yetersiz kas yapısının olumsuzlanmasıdır. Bir matematik problemini çözebilmek için yeterli araçlarla donanmamış olan ham bir zihnin yadsınmasıdır. Ya da belirli ideolojik koşullanmalar yüzünden görünenin ardındaki gerçekliği kavrayamayan birinin dünya görüşünün değillenmesidir. İsimler önemli değil, önemli olan bu olumsuzlama sürecinin bizi değiştirdiği, yeni olasılıkları gündeme getirdiğidir. Kişiler öğrenme sürecinde oldukları gibi kalıp bazı ölçülebilir, nesnel bilgiler edinmezler. Öğrenme süreci öncelikle kendilerini değiştirir. O ağırlığı kaldıran kişi artık başlangıçtaki ile aynı kişi değildir. Bir yandan yeni bir ağırlığı kaldırma yeteneği kazanırken bir yandan da kendisini olumsuzlamakta, diğer bir deyişle aşmaktadır. İşte bu aşmayı sağlayan şey, önceden bilinmeyenin bilgisine ulaşıldığı pozitif uğrak olduğu kadar kendisini yadsıyarak o yeni bilgiyi işleyecek bir potasiyel (yeni bir ben) yaratan olumsuz uğraktır. 

Bazen bir şeyleri öğrenirken, düpedüz daha önceden sezmiş olduğumuz yapabileceğimizi daha önceden hissettiğimiz bir şeyi gerçekleştirmiş olduğumuzu fark ederiz. Sanki o şeyi daha önce de gerçekleştirebilirmişiz ancak kendi kendimize bunu engellemişiz gibi gelir. Tek yaptığımız kendi kendimize koyduğumuz engelleri kaldırmak olmuştur. Burada her şeyin bilgisine önceden sahip olduğumuzu iddia eden ve zihne doğaüstü bir güç atfeden türde metafizik bir anlayıştan bahsetmiyorum Dile getirmeye çalıştığım şey olumsuzlamanın gücüdür. İnsanın kendi kendini yaratmak, benliğini aşmak için kendi kendisi ile bir tür "kavga" içine girmek, pozitif uğrağın yaydığı sersemletici etkiden kendisini kurtarması gerektiğini hatırlatmaya çalışıyorum sadece. Bu başarıldığında Usta Yoda'nın şu sözleri daha iyi anlaşılacaktır: "Only difficult in your mind!"**




* "Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan şu günlerde..." benzeri bir cümle kalıbı kullanmaktan mümkün olduğunca kaçınmaya çalıştım:)
** Zorluk sadece zihninde.

Posted on 5:26 PM

"benim tözüm senin tözünü döver!"

Filed Under (,) By yalçın at 5:26 PM

Bugün sistem karşıtı hareketlerin, sisteme getirdikleri eleştirileri oluştururken ön plana çıkardıkları iki ayrı paradigmaya göre birbirinden ayrıştırılabileceğini söylemek mümkündür. Her iki hareket de öne çıkardığı paradigmayı sistemin meydana getirdiği olumsuzlukların temelindeki ilk olumsuzluk, olumsuz bir şey olarak var olabilmek için kendisinden başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayan kötücül bir töz olarak ele almaktadır. Marksist gruplar bu kötücül tözü sömürü olarak belirlerken, marksizmin dışında yer alan anti-kapitalist, anarşist, postyapısalcı anarşist vb. gruplar ise kötücül töz olarak iktidarı benimsemektedirler. Bu iki ana öbek arasındaki fikri tartışmalar da bu doğrultuda zaman zaman “benim tözüm seninkini döver” mantığı içerisinde gerçekleşmektedir. Marksistler diğer kampta yer alanları sınıftan kaçmakla ve dolayısıyla iktisadi eşitsizlikleri ve sömürü biçimlerini görmezden gelmekle eleştirirlerken, karşı kamptakiler ise marksistleri ekonomik indirgemeci, sanayici ve cinsiyet körü olmakla suçlamaktadırlar. İki taraftan da beslenmeye çalışan, kendince özgün bir sentez geliştirmeye çalışan az sayıda entellektüeli bir kenara bırakırsak bu iki kamp arasındaki tartışma tarafların zaman zaman dünyanın içinde bulunduğu durumdan diğerini baş sorumlu olarak gösterdikleri bir hal almaktadır. Tarafların ellerindeki mücadele potansiyelini sisteme alternatif oluşturma konusunda en verimli olacak bir biçimde kullanamadıkları dönemler, yapılan tarihsel hatalar olmuştur; ancak tüm bu hatalar bir yana gerçekten de bu iki töz birbirini tamamen dışlamakta mıdır? Diğer bir deyişle, sömürü ve iktidar olarak adlandırdığımız bu iki töz birbirine indirgenebilir mi ve eğer indirgenemiyorsa bunlardan birini kullandığımızda diğerini tamamen analizin dışına atmaya mecbur muyuz?
...

Toplumsal bir sistem nedir? (Her zaman ortak çıkar ve amaçlar için hareket etmeseler de) bir arada hareket eden insanlar ve bu insanların hareketlerini koşullayan çeşitli maddi güçler ve ilişki ağları bütünlüğü.

Peki futbolda bir sistem nedir? Önceden belirlenmiş nicel veriler ve kurallar bütününden oluşan nesnel yapı çerçevesinde geliştirilen taktik ve bu taktiğe uygun bir biçimde hareket eden futbolcuların sahaya koydukları tinsellik, diğer bir deyişle akıl + ruh.

Futbolda da toplumsal alanda olduğu gibi bir çok sistem mevcuttur. Yaklaşık son bir buçuk senedir Galatasaray bu sistemlerden birini, total futbolu uygulamaya çalışıyordu. Sistemin kısa sürede oturacağına dair bir umut doğuran 8 - 10 haftadan sonra uzun süren bir düşüş periyodu yaşandı ve sonuç malum.

Total futbol kabaca sahanın iki tarafında yani hem savunmada hem de hücumda birlikte hareket eden, pasa yani paylaşıma dayalı, bireylerin rollerinin titizlikle belirlendiği ancak bu rollerin hepsinin başarı ile uygulanması halinde ortaya toplamdan çok daha üstün bir sonucun çıktığı bir sistem. 

Totaliterlik kavramsallaştırması adı altında tarihsel bir olgu olarak faşizmi tartışma dışı bırakan ve bütün halinde hareket etme arayışlarının tamamını özgürlüğü ortadan kaldırmaya yazgılı, diğer bir deyişle tüm kötülüklerin anası olarak gören liberal önermeye boş verin. Total futbol ortak bir taktiğin ve ruhun paylaşıldığı bir sistem olduğu kadar oyuncuların bireysel yeteneklerini bu ortaklaşmacı yapı içinde kullanmaları gereken bir yapı aynı zamanda. Oyuncular için çizilen roller bu yüzden hiç bir zaman başı ve sonu kapalı emir cümleleri değil. Aksine ucu açık ve saha içindeki anları ortaklık açısından kavramayı ve sahip olunan rol doğrultusunda insiyatif kullanmayı gerektiren bir yapısı var. Bu sayede oyuncular sistemin işlemesi için dahil edilen dişliler olmaktan çıkıyorlar ve sistem oyuncuların maksimum performans göstermeleri kendi karakterlerini ve özgünlüklerini sahaya yansıtmalarının aracı haline geliyor. 74 Dünya Kupası finalindeki penaltıyı kullanan Neeskens'in görüntüsü bu açıdan bahsetmekte olduğumuz yapının bir ürünü olarak okunabilir.



İşin püf noktası ise total futbolu uygulayan takımların oyununu izlediğimizde şahit olduğumuz yaratıcılık ve öznelliğin temelinde aslında oyuncuların belirli bir akıl ve ruhla sahaya koydukları öznelliğin varolmasıdır. Total futbolu sahaya yansıtmak, belirli bir şablonu şartlı refleksler aracılığıyla uygulamaktan niteliksel olarak farklıdır bu açıdan. Oyunu okuyabilen; sadece kendi ve karşısındaki rakibinin pozisyonunu değil, hem takım arkadaşlarının hem de rakip oyunularının konumlarını okuyabilen, bu doğrultuda kendi rolüne uygun bireysel taktik geliştirebilen öznelere ihtiyaç duyulmaktadır. Koşu, pas şiddeti, zıplama gibi konularda zaman, sahadaki yayılım topu yönlendirme ve asimetri yaratarak rakibin direncini kırma vs. açısından mekan konusunda düşünebilme yeteneğine ve de bunu paylaşımcı bir ortamda sahaya yansıtacak duygusal olgunluğa ve ruha sahip* özneler olmadan total futbol oynamak mümkün değildir. Tanık ettiğimiz gibi olmamıştır da. 

Sevgili dostum İlke'nin (aka Oneiric) yakın zamanda haberdar ettiği söyleşide Skibbe takımdaki oyuncuların ahvalini güzel bir biçimde ortaya koymuş: http://www.footballvsfashion.com/2010/04/skibbeden-gecikmeli-acklamalar.html.

Aynı oyuncular Rijkaard'ın gidişinde de etkili oldular demek çok da spekülatif kaçmayacaktır. Total futbol anlayışının yerine getirilen Hagi'li sistem ise tüm bu özneleşme gerekirliğini ve beklentisini bertaraf eder cinsten ne yazık ki. Kısa zamanda olumlu sonuç vermesine de bu yüzden şaşmamalı. Hegelci terminolojiden faydalanarak söyleyecek olursak, Efendi olmamayı seçen ve kölelik düzenini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir "efendi" köleler tarafından beğenilmemiş, kendi kölelik bilinçleri tarafından iktidarsız olarak görülmüş. Otoriteyi tekrardan sağlayacak birine ihtiyaç duyulmuştur. Hagi de bu ihtiyaca karşılık vererek takıma on yıl sonra deplasman puanı kazandımasıyla bu tepeden devrim ve özneleştirme projesi güme gitmiş gibi görünmektedir.

Geriye bir insan-birey-futbolcu olarak kendinin bilincine ulaşma derdine sahip olmayan, içgüdüsel bir bilinç seviyesinde oynayan ve bu yüzden hücumcu, oyun kurucu defansif orta saha gibi uzmanlaşmalara ihtiyaç duyan bir yapıda performans veren şahsiyetlerden kurulu bir grup kalmaktadır. Defansta ayıboğanlar, orta sahada kurt kapanı kurup rakibi oynatmayan cengaverler ve ileride kurnazlık aracılığıyla gol atmaya çalışan, ya da top oynamaya niyetli rakibin yarattığı boşluktan faydalanan çakallar mı deseydim tilkilerden oluşan bir grup.

Umalım da Rijkaard'ın avangard anlayışının temelinde yatan ilkeleri Hagi - Tugay ikilisi uzun vadede yavaş yavaş takıma kazandırma yolunu seçsinler. Hagi''nin bağımsız ruhuna ve Tugay'ın klasına güvenmek istiyorum. Efendi - Köle mantığının kendilerine dayattığı yönetim biçimini dönüştürecek bir model oluşturabilsinler. Ayı, kurt ve tilkilerden mutlak Akıl ile eyleyen özneler yaratmayı beceremedik, şimdi Bremen Mızıkacılarına da razıyız.



* Bu gelişmenin niçin yaşanmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak Rijkaard futbolculara Rock gruplarını dinlemelerini önerdi diye kıyamet koptuğunu unutmayalım. Bu kıyameti koparanlar bir yandan bizim müziğimiz neye yetmiyor gibisinden gereksiz bir milliyetçilik gösterirken diğer yandan da  Sabri mi anlayacak o müzikten diyerek ilk görüşle zıt bir düşünce geliştiriyolardı. Sanırım şovenizm her zaman aşağılık kompleksi ile birlikte var oluyor.

Posted on 6:02 PM

tarihte dongüsellik I: 8 yıl

Filed Under () By yalçın at 6:02 PM

1928 yılı Sovyetler Birliği tarihindeki önemli bir dönemin başlangıç tarihidir. Bu tarihte Bolşevik Partisi içerisinde Stalin'in başını çektiği grup, iktidarı ele geçirerek kendi sosyalizm vizyonunu uygulamaya koymaya başlamıştır. Sovyet Rusya'nın bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürebilmesi açısından önemli adımların atılmış olduğu bu dönemde bir yandan da uzun vadede komünizme yönelik gerçek bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmesini sağlayabilecek değerli insanların sistemden tasfiye edilmeleri söz konusu olmuştur. Kısaca söyleyecek olursak uzun dönemdeki yenilginin tohumları atılmıştır. 

1928 yılı başlayan ve 1936'da belirli bir olgunluğa erişen sekiz yıllık süreç sonucunda Stalin, ünlü bir konuşmasında sovyet toplumunun artık birbirini dışlayan çıkarları olan, rekabet halindeki sınıflara değil de birarada hareket eden kaynaşmış bir işçi - köylü ittifakına dayalı bir toplum halini aldığını belirtmiştir. Stalin için bunun diğer bir anlamı sosyalizmin ileri bir aşamasına geçildiğidir. 

90'ların ortasından itibaren yönetim sorunu ile boğuşan Türkiye'de de 2002 yılında AKP'nin iktidara gelmesi ile birlikte yeni bir dönem başlamıştır. 8 yıllık sürecin sonunda ortaya çıkan tablo ise Sovyet Rusya'dakine benzer bir durumu göz önüne sermektedir. Sola ait tüm değerlerin soyutlanarak yaratılan  ve medyada daha önce hiç olmadığı kadar çok yer alarak ideolojik aygıt rolünü yerine getiren bir "sol" ve yapılan anayasa referandumu ile geçilen ileri demokrasi safhası.

İnsan ister istemez soruyor, ileri sosyalizme geçişin ardından gelen yıl içerisinde Rusya'da yaşananların bir benzeri bizdeki ileri demokrasi koşulları altında yaşanır mı acaba diye.