Dialektik... kritisch und revolutionär
Değerli okur! "Eleştirel ve devrimci diyalektik" Karl Marx'ın ayrıntılı bir açıklamasını yazıya dökme fırsatını asla yakalayamadığı ancak tutkulu bir biçimde bağlı olduğu yöntemini adlandırmak için kullanmış olduğu bir ifade. Ayrıca burada paylaşılan denemelerin dile getirdiği arayışın nesnesini oluşturuyor. Bu arayışı kendini eski metinlerle sınırlayan bir tür ruh çağırma ayini olarak değil içinde bulunduğumuz zamanda bizleri çevreleyen kimi kuram ve pratikleri inceleyerek sürdürmeyi seçtim, çünkü diyalektiğin donuk kalıplar bütününden ziyade içinde bulunduğumuz an'ı kavramamızı sağlayan canlı bir teori olduğunu düşünüyorum. İnsanın hakikati arama çabasında hayat bulan ve bu çabanın evrimine katkıda bulunan bir diyalektik anlayışını paylaşmak dileğiyle...
Posted on 5:01 AM

Apolitikliğin Politikası: Hizmet Siyaseti*

Filed Under () By yalçın at 5:01 AM

Hegel Hukuk Felsefesi’nin girişinde Minerva’nın Baykuşu'nun gece yarısından sonra öttüğünü belirtir. Hegel’in şafağın sökümünden önce kulaklarımıza çalındığını iddia ettiği baykuş ötüşü, bilgeliğin sesini temsil etmektedir. Aynı zamanda Hegel’in epistemolojisini özgün bir konuma ulaştıran bir özelliğin, sonda olma özelliğinin ifade edilişidir bu sözler. Şöyle ki, kendisine göre bilgelik (hakikate ulaşma), ancak bir sürecin bütün olarak kavranabildiği bir tarihsel uğrağa erişmesi ile edinilebilecek bir niteliktir. Diğer bir deyişle, olgunlaşmış bir bütün olarak ortaya çıkmadıkça hakikatine ulaşmaya çalıştığımız bir nesnenin özünü kavramak mümkün değildir.

Hegel’in bilgelik hakkındaki yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerini alıntılamamın nedeni, demokrasi tarihimiz – daha doğrusu siyaset yapma biçimimiz – açısından bizi hakikate ulaştırması mümkün olan bu türden bir tümlüğe doğru ilerler bir halde olmamızdandır. Son seçim sürecinde demokrasimizin son alamet-i fârikası olarak billurlaşan siyaset pratiği ve algısı, demokrasimizin özünü kavramamızı sağlayacak bir olgunluğa erişildiğini gösteriyor. Hizmet siyaseti olarak adlandırılan bu siyaset pratiği ve algısı üzerinde durarak demokrasimiz üzerine söz söylemeden önce son olarak siyaset ile demokrasi arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmakta fayda var. Siyasetin demokrasiye oranla daha geniş bir anlama ve pratik alanına sahip olduğunu unutmamalıyız. Bu demek oluyor ki, demokrasi – bizde aldığı somut biçimiyle demokrasi – siyaseti algılama biçimimiz ve siyaset yapma biçimimiz tarafından sarmalanmış durumdadır.  Bu yüzden meseleyi ele almaya siyaset ile başlamak gerekmektedir.

“Siyaset nedir?” sorusu ile başlayalım. Politika sahnesi olarak önümüze konulan ortamda yaşanan şeyler bütünü mü yoksa özel olanın dahi konu edilebileceği bir özneleşme alanı mıdır? Sanırım ilk sorunun sokak ile ana akım medyanın siyasete ilişkin tahayyülüne, ikincisininse ideal olana gönderme yaptığı oldukça açık. İki tanımın bizlere çağrıştırdıkları bu durumu net bir biçimde göz önüne seriyor. İlk tanım gözümüzde kısır tartışmaların sürüp gittiği, erkek egemenliğinin, yozlaşmanın ve ilkesizliğin hüküm sürdüğü bir ortamı çağrıştırırken; ikinci tanım dünya tarihinin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkan ve insanların özgürleşme deneyimini tatmalarıyla sonuçlanan olaylardan süzülüp, bu deneyimi daimileştirmeye yönelen teorilerle harmanlanan bir pratik biçimine gönderme yapmaktadır. Biz burada siyaset anlayışımızı ve demokrasi ufkumuzu bu ikinci terim çerçevesinde şekillendirmekte olduğumuzu belirtelim. Siyaseti icra edenler ile bu alanda yaşananları dışarıdan izleyenler biçiminde bir bölünmenin varlığını meşru kılacak her türlü tutumun siyasetin önünde bir engel olduğunu düşünüyoruz. Bu tutumun aksine, siyasetin herkese açık olan insanların kendilerini birer özne olarak kurdukları ve dolayısıyla özgürleştikleri bir edim olduğu görüşünü savunuyoruz.

Bireylerin kendi sınırlı çıkarlarını savunabilme biçimlerini ve bu çıkarların ufkunu belirlemek açısından evrensel meselelerin konu edildiği bir özgürleşme ediminin özneleri haline gelmeleri siyaset dolayımıyla mümkün olabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında ülkemizde siyasetin ve bu siyasal iklimin el verdiği biçimiyle demokrasinin bir takım yapısal sakatlıklar barındırdığı sıkça tartışılan bir konudur. Patronaj kavramı bu bağlamda dile getirilerek, siyaset erbabı ile vatandaş arasındaki ilişki çerçevesinde ikinci grupta yer alanların ilk gruptakilerin güdümüne giriş biçimleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bireylerin sınırlı çıkarlarını tatmin etme biçimleri kamusal alanın tartışma konularından birisi olmaktan çıkmasıyla birlikte ortaya çıkan süreçte bireyler ihtiyaçlarını “nüfuzlu kişiler”in güdümüne girerek gidermekten başka bir çareye sahip olmadıkları gibi bu ihtiyaçların sınırlarının ve giderilme yöntemlerinin belirlenmesine yönelik karar alma süreçlerinden koparak öznelliklerini de yitirmişlerdir. Sonuçta ortaya çıkan tablo giderek – birinci tanımdaki – siyasetin, siyasetin kendisini yuttuğu; siyasetsizliğin norm halini aldığı bir demokrasi biçiminin gelişimidir.

Son dönemde ortaya atılan ve pek de tutmuş görülen “hizmet siyaseti” anlayışı da bu eğilimin mutlaklaştırılmış bir biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Patronaj ve benzeri siyasetsizlik biçimlerinin bir üst sürümü olarak piyasaya sunulan bu anlayış, siyaset erbabı ile vatandaş arasındaki ayrımı derinleştirdiği ve mutlaklaştırdığı ve de siyaset alanını “hizmet” üzerinden sadece siyasal iktidarın edimleri ile sınırladığı için öncekilere göre siyasetsiz bir siyaset üretmek açısından bir(kaç) adım öteye gitmiştir. Hizmet siyasetinin kurumsallaşması ile birlikte siyasetin konusunun hizmet veren ile hizmeti alan arasındaki ilişkinin tek yönlülüğüne indirgenmesi söz konusudur. Artık bireylerin ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçların karşılanması önündeki engelleri, bu engellerin nasıl kaldırılacağını ve bu ihtiyaçların nasıl giderileceğini belirleyen tek bir meşru güç – siyasal iktidar – olduğu kabulü günden güne yayılmaktadır. İktidarın kendi ihtiyaçlarını belirlemesine karşı çıkan insanların ya da mevcut sorunlara iktidar tarafından getirilen çözüm önerilerine muhalefet edenlerin siyasi yapının bütününe karşı gelmiş, “anayasal düzeni değiştirmeye yeltenmiş” birisinin görmesi beklenen muamelelerle karşılaşmalarının nedeni budur. Hizmet siyasetinde muhalefete – sistem içi ya da radikal muhalefet fark etmez – yer yoktur, iktidar tarafından tek yönlü bir biçimde yönlendirilen bir hizmet akımı vardır ve buna karşı gelmek aynı zamanda devletin bekasını tehlikeye atmak anlamına gelmektedir.

Hizmet siyaseti adı altında, siyasal iktidarın neyin hizmet yani meşru biçimiyle siyaset olduğunu belirleme tekelini ele geçirmesi siyaset alanını diğer bir deyişle bireylerin özneleşme alanını ciddi oranda daraltmaktadır. Bu açıdan bakıldığında demokrasi tarihimizde siyasetsizliğin siyasetin yani özgürleşmenin yerini alma süreci bakımından bir olgunluğa erişildiği iddia edilebilir. Siyasal olanın dönüşümünün belki de hiç olmadığı kadar aciliyet kazanmış olduğunu düşünüyorum. Mevcut durum göze alındığında siyasalın dönüşümünün Kafka’nın hikayelendirdiği dönüşümünün tam tersi bir anlama geldiğini, insanların tekrardan kendi yaşamlarını şekillendiren özneler haline gelmeleri anlamını taşıdığını belirtelim. Bu açıdan bakıldığında yapılması gereken iktidarın önümüze koyduğu demokrasi borusunu öttürmek yerine hizmet zincirlerini kırıp atacak bir siyaseti savunmaktır. Siyasetin olmadığı yerde demokrasinin olabileceği hayallerini görmeyelim.


* Bu yazı Sekizini Kıta adlı derginin dördüncü sayısında yer almaktadır.

Posted on 4:44 AM

akp, burjuvazi ve anti-estetik

Filed Under (,) By yalçın at 4:44 AM

*



Sondan başlayalım. Estetik zamanın mekan üzerinde nesneleştirilmesidir. Geçmişte kalan, geleceğine inanılan, tüm zamanları kapsadığı düşünülen ama illa ki içinde bulunulan zamanda "güzel" olanı cisimleştirmek; mekana ait kılmaktır. Güzel olan ise daima sanatçı tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir şeydir. İnsanın aslında güzel olanı görmesini bu kadar zor kılan - onu yeni güzellikler keşfetmeye mecbur bırakan - yine insan üretimi yapılardır aslında. İdeoloji olarak adlandırdığımız yapılar zihinlerimize belirli güzellik anlayışları yerleştirerek bir yandan zihinlerimizi iğdiş etmektedirler.

İdeoloji ile kavgası olmayanların ürettikleri sanat eserleri de bu yüzden söz konusu ideolojileri yeniden üretip durmaktan ileri gidemez. Ancak bu ideolojilerle kavgası olanlar yeni güzellikler keşfedebilirler, çünkü ancak bu tür insanlar güzellik alanının dışında yer aldığı kabul edilen hakikat alanlarından beslenirler. Mesela isyan ve şiddet (devrimci şiddet) bu tür alanlardır. Fransız Devrimi'nin sembolü haline gelen yarı çıplak bir kadını resmeden, Bastille'i resmeden tabloyu, 68'e ya da Sovyet Devrimi'ne ait fotoğraf ve filmler hakim ideolojilerin estetiğin konusu olarak kabul etmesi mümkün olmayan alanları yansıtmaktadırlar. Bazen çirkinliğin kendisi tıpkı isyan ve şiddet gibi güzel olanın kendisi olur. Yılmaz Güney'in filmlerini hatırlayın (ya da benim son zamanlardaki favorilerimden Eğitim-Sen takviminin Nisan - Mayıs ayları sayfasında yer alan öğrenci kız fotoğrafını)**...

Şiddeti, isyanı ya da bizzat çirkinlerin kendilerini güzel olarak görebilmemizi sağlayan şey tüm bunların yaptığı çağrışımlardır. Tüm bu imgeler bizlerde adaleti, özgürlüğü, umudu çağrıştırdıkları; insanın her şeye rağmen "zor olana" yani iyiye yönelebilme potansiyelini bizlere hatırlattığı için güzel olarak kabul görürler. Tıpkı Kars'ta inşa edilmiş olan ve ilk görüşte figürlerdeki sadelikle insanı sarsan, ancak insanların kendilerine biçilmiş rollerden sıyrıldığında büsbütün bir ortaklığa hem de tüm farklılıklarına rağmen biçimsel bir ortaklığa sahip olduğunu ve bunun birbirine olan yönelmişliğinden kaynaklandığını gösteren İnsanlık Anıtı gibi.

Şimdilerde, bu anıtın yıkımı sürüyor. İşin nasıl bu hale geldiğini, "ucube" sözünü vs. hepimiz hatırlıyoruz. Ama Milliyet gazetesinde çıkan ve yukarıdaki resmin alıntılandığı haberde belirtilen bir başka husus meselenin çok daha derin katmanları olduğunu gösteriyor. Belediye başkanı sanata karşı olmadığını göstermek amacıyla kaşar ve bal heykelleri yaptırıyormuş. Kars ile özdeşleşmiş şeylerin heykellerini yaparak, pazar sorunu çeken ürünlerin pazarlamasını yapmak niyetindeymiş. Demek ki olay, başbakanın cahilliğinden ve çevresinde yer alanların durumdan vazife çıkararak her türlü eylemi gerçekleştirmeye hazır olmalarından ibaret değil. Akp'nin ve asıl temsil ettiği sınıfların sanata bakış açılarındaki toptan bir sakatlığı yansıtmakta ve bu sınıfın dünya görüşünün asıl referanslarını ortaya koyuyor.

Son olarak dile getirdiğim husus üzerinde durmadan önce dini dünya görüşünün bir estetik algısının olup olamayacağı meselesini tartışmak istiyorum. Estetiğin daha önce hem zamanı hem de mekanı birlikte düşünmekle alakalı olduğunu belirtmiştik. Bu aynı zamanda her estetiğin bir tür tarih bilinci ile yoğrulmuş olduğunu anlatmaktadır, çünkü zaman ile mekan arasındaki etkileşimi düşünmek ancak tarih nosyonu ile mümkün olabilir. Tarih olmadan bu iki öğeyi bir arada düşünmek mümkün değildir. Demek ki dini dünya görüşünün bir tarih algısı olup olmadığı ve varsa bunun estetik anlayışı üzerindeki etkisi nedir sorularını yanıtlamalıyız. İlk soruyu olumlu bir biçimde cevaplandırabiliriz. Dini dünya görüşünün bir tarih anlayışı vardır. Bu anlayış, bu sayfada yayınlanan yazıların genelinde kullanılan maddeci bir tarih anlayışı ile uyumsuz olsa da kendi içinde bir tutarlılığı bulunan; zaman ve mekan ötesi (aşkınsal) bir Varlık'a gönderme yapan bir tarih fikrine dayanmaktadır. Aşkınsal Varlık'ın değişmezliği ile dünyanın ve özellikle bu dünyanın asli unsuru olarak kabul ettiği insanın değişirliği arasındaki çelişkinin yarattığı sonuçlar üzerine odaklanan bir tarih görüşüdür. Dini estetikte bu tarih görüşünden esinlenerek, zaman ve mekandan bağımsız olan ve bu yüzden bu öğeler içerisinde dile getirilmesi mümkün olmayan Varlık'ı güzelliğin tek kaynağı olarak kabul eder. Cisimleştirilmesi imkansız olan Varlık'a yönelir. Bu eğilim İslamiyet'te son derece belirgindir. Müzikte vurmalı çalgıların kullanılıyor olması, sınırlı ve sonlu notalardan bağımsız olarak kainata varoluş kazandıran Varlık'ın ancak ritimsel olarak sezilebileceği inancını yansıtır.

Peki Akp'lilerin estetiğe karşı aldıkları tavrın yukarıda özetlenen dini dünya görüşü ile bir alakası var mıdır?  Sadece söylem düzleminde alımlanan referanslar dışında aslında hiçbir alakası yoktur. Akp'nin estetiği, liberallerimizin kendilerinden şehvetle bahsettiği otantik burjuvazimizin filisten estetiğidir.***  Bu estetik güzelliği kâr elde etme sürecinde işlevsel değeri olan bir niteliğe indirger. Güzel olanı pazar, ürün vb. burjuva değerlerinin estetize edilmiş biçimleri olarak görür. Dinsel dünya görüşünün aksine aşkınsal bir Varlık'a referansla oluşturulmuş bir estetiği değil, tamamiyle insanın insan üzerindeki sömürüsü temelinde kurulmuş bir ilişki olan sermayenin - aslında insan ürünü olan fakat hakikatin tek geçerli birimi olan paranın iktidarının - tarihüstülüğünü vurgulayan bir anti-estetiği ifade eder. İnsanı peynirden de baldan da soğutur.

** Bu resmi sonra ekleyeceğim.
*** Filisten: Romantikler tarafından burjuvazinin estetik anlayışını eleştirmek amacıyla kullanılmış, kaba anlamındaki söz. Masis Kürkçügil'in Yeniyol sayfasındaki bir yazısından alınmıştır.

Posted on 5:07 AM

1 mayıs 2011: bir devrimci duygulanım siyasetine doğru

Filed Under () By yalçın at 5:07 AM

                                                                                         


Geçen seneki 1 Mayıs hakkında onca söz söyledikten sonra bu yılki üzerine konuşmamak olmazdı, çünkü ilk defa katılımcıların, iktidarın mekan üzerindeki tecellisine karşı verdikleri mücadelenin ve - geçen yıl söz konusu olduğunda iktidara karşı elde edilen zafere rağmen - sönük kalan marşların ötesine geçen bir ortaklık sergilediklerine şahit olduk.

Öncelikle söylemekte fayda var ki devrimci solun bir araya gelerek etkin bir biçimde eleştirilerini ve taleplerini dile getirebilme ve dinleyenleri ikna edebilme açısından büyük eksiklikleri var. 1 Mayıs kürsüsü hala kesinlikle bir toplumsal mücadele forumuna dönüştürülemiyor. Ortak bildiriler her zaman dile getirilen şeylerin etkisiz bir tekrarından başka bir şey değil. Çok dillilik bile insanları heyecanlandırmaktan uzak kalıyor. Farklı siyasetlerden oluşan bir ortak ajanda yaratılması da mümkün olmuyor. 

Tüm bunlara rağmen; muazzam bir kalabalığın toplanmış olması, aslında insanların 1 Mayıs'ı yaşama geçiren fikirden beklentilerinin gün geçtikçe arttığının bir kanıtı olarak değerlendirilebilir. Bu yılki 1 Mayıs'ı diğerlerinden ayıran da bu müthiş kalabalığın Grup Yorum konseri ile birlikte ortak bir duygulanım etrafında buluşabilmesiydi. Evet bu belki rasyonalizmin ileri safhalarında gerçekleştirilmiş bir buluşma değil, ama belki de anlamını çok uzun zaman önce unutmuş olduğumuz olmazsa olmaz bir buluşma. 

Kendisinin mevcut olmadığı bir ortamda somut argümanların ve soyut teorilerin paylaşılmasının mümkün olmadığı bir noktada gerçekleşen bu buluşmanın devrimci siyaseti aleve dönüştürecek olan kor olmasını ummak anlamlı geliyor bana. Geçen pazar yaşanan duygulanımın arka planında: son yıllarda çekilen Beynemilel gibi filmlerin, televizyon dizilerine zaman zaman konuk olan solcu imgesinin, Bandista'nın müziğinin, genç kolektifçilerin eylemlerinde ortaya koydukları yaratıcılığın  yer aldığını söyleyebiliriz. Geçen pazar her birlikte bu zincire yeni bir halka eklediğimizi düşünüyorum. Ortak duygular zamanla ortak fikirlerin gelişmesine ve mücadelenin koordine edilmesine katkı sağlayacaktır. Kimsenin kuşkusu olmasın, gelecek adına verilen mücadelenin yoluna sağlam taşlar döşeniyor. Bandista'nın "Uyan!" çağrısı işe yarayacağa benziyor. 

Posted on 3:44 PM

devrim ve olumsallık

Filed Under (,) By yalçın at 3:44 PM




Olumsallık, ben ve benim gibi teorik olarak tarihsel maddeci metodu benimseyen siyasi olarak da devrimden umudunu kesmemiş kimseler için uzun zamandır pek de hoş karşılanmayan bir kavramdı.  Sıkça dem vurduğumuz  nesnelliğe sığmayan bir tutumdu bu belki ama anlaşılır nedenleri vardı bu tavrın.  Düşünsenize kendinizi olmayan veya istenilen nicelikte ya da nitelikte vücut bulmayan bir tarihsel dinamikle özdeşleştirmeye çalışıyorsunuz. İster istemez teorisizmle aşık atan bir tavırdır bu. En nihayetinde toplumsal yaşamdaki eksikliği zihinsel gücünüzü kullanarak kapatmaya çalışıyorsunuz çünkü. Teori denen şey, kendisi nihai bir amaç halini aldığında fazlasıyla difüzyon etkisi gösterebilen, kapanmaması gereken açıkları kapatabilen bir varlık. İşte bu cenk alanında karşınıza sürekli olarak çıkan ve toplumsal realite denen kahrolası şeyin neden olduğu arızaları yüzüne vuran bir kavram bu olumsallık. Sürekli olarak kendinizi değersiz hissetmenize neden olmaya çalışan bir düşmanın en sık kullandığı silahlardan biri aynı zamanda. İnsan kendi celladını sevemez ki!

Fakat yaşam ne mutlu ki karşıtlıklarla dolu. Tunus ve Mısır'da yaşananlar da olumsallığın pekala devrimci taraftakiler için de çekici bir kavram olabileceğini göstermiyor mu? Karşımızdakini kendi silahıyla vurma şansını bize vermiyor mu? Tüm bu yaşananlar;  olumsallığı tarihi açıklarken kimi nesnel süreçlerin varlığını kabul etmenin önüne çekilen ideolojik bir sete indirgemenin ne kadar saçma olduğunu, bu kavramın aslında tüm bu nesnellikler sanki yokmuş, sanki muktedirler pervasızca her istedikleri projeyi topluma dayatma gücüne sahipmiş, neo-liberalizm (tarihsel kapitalizm) ilelebet var olacakmış türünden varsayımların geçersizliğini sahiplerinin yüzüne bir tokat gibi çarpan olayları betimlemek için kullanılabileceğini gösteriyor. 

Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı, emperyalistler arasındaki bir paylaşım mücadelesi iken çatışmalar Gavrilo Princip'in eylemi ile başlamış ise (şimdilik) mağrip ülkelerinde yaşananlar da çeşitli toplumsal ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Gerek ortaya çıkışlarına neden olan kendini yakma olayları gerekse bu olayların  şimdi böylesine bir devrimci süreci tetiklemesi ise tıpkı Princip'in Franz Ferdinand'ı öldürmesi ile başlayan olaylardaki gibi belirli bir birikimin yanında olumsallığın kendisini gösterdiği olaylardır.


Kuzey Afrika'da yaşananları komplo teorileri ile açıklamaya çalışan kazkafalıların aksine olayların özündeki olumsallığa vurgu yapmak gerekiyor. Burada kritik nokta ise, olumsallığın çok büyük oranda kendiliğindenlik ile örtüşen olayları nitelendirmek için kullanılması gereken bir kavram olduğunu vurgulayabilmek. Hani şu devrim meselelerini tartışırken Rosa'nın öne çıkardığı kendiliğindenlik var ya, işte olumsallık dediğimiz şeyin bu örneklerde gördüğümüz kadarıyla tam da bununla bağdaştığını ortaya koymalıyız. Böylece olumsallık ilkesinin bir yanı ile devrimin daima bir olasılık olarak var olduğunu, bu soğuk ifadenin gündelik dildeki yakıcı karşılığı ile de olumsallığın - kendiliğindenliğin var olduğu, diğer bir deyişle insanın var olduğu her yerde devrimin mümkün olduğunu göstermekte diğer yandan da umut ilkesi ile yan yana anılması gerektiğini göstermiş olacağız.


Posted on 4:47 PM

kedi canı

Filed Under (,) By yalçın at 4:47 PM

Son zamanlarda tam da Adnan Hoca'nın internette dolaşan videosunun yarattığı hayret içinde nedir ki bu "kedi canı" diye düşünürken, sosyal bilimler açısından son derece tarihi olan günde oldukça tatsız bir gelişme oldu. Babamların uzunca bir süredir yaşatma mücadelesi verdikleri  - henüz ad bile koyamamış oldukları - küçük kedi yaşamını yitirdi. Bazılarınız bu olayın o mübarek adamla dalga geçmenin ilahi adalet çerçevesinde gerçekleşen cezası olduğunu düşünebilirler. Bense yaşanan trajediden bir hisse çıkarabildiğim için yine de şanslı olduğumu düşünüyorum.

Uzunca bir süre kedinin cansız bedeninin ve kardeşimin bu tablo karşısındaki tepkisi gözümün önünden gitmedi. Sonraları cansız beden görüntüsünü hafızam el verdiğince bizimkilerin henüz Dedem Korkutluğa soyunamamış olmaları sonucu ismi üzerinde mütabakat sağlayamadıkları hayvancağızın yaşarkenki hali ile karşılaştırdım. Hastalığı nedeniyle gelişimini tamamlayamamış olmanın verdiği bir acayiplik ve ürkeklik durumu söz konusuydu, ancak o halde iken dahi kendisine özel bir şefkat gösterene karşı bir ilgisi ve sıcaklığı vardı. Sonraki hali ise kaskatı kesilmiş hali ile suyu sıkılmış bir meyve posasını andırıyordu.

Sözü yaradılışın mücizeviliği ya da beden - ruh ikiliği gibi bir meseleye getirmeye hiç de niyetim yok. Söylemek istediğim şey sadece "kedi canı"nın ya da genelleyecek olursak yaşamın kendisinin güzelliğini kavramamız gerektiğidir. Ben kendimi bir noktadan sonra cansız bedende, toprak olmaya yönelen arta kalanın çirkinliğini değil de aynı bedeni hasta ve fiziken yetersiz de olsa ısıtan yaşam denen şeyin güzelliğini görebildiğim için bu konuda bir adım atmış sayıyorum. 

İçinde yaşadığımız dünya uzunca bir süredir hayatın diyalektiğinin hep negatife doğru işlediği bir hal almış durumda. Hep güzelden çirkine, değerli olandan değersiz olana, yaşamdan ölüme doğru bir gidişat bu. Korkum dünyanın gidişatına yön verenler ve onların izleyicileri konumuna indirgenenlerin, bu gidişatın mahiyetini iş işten geçtikten sonra anlamaları. Güzel olanın, yaşamın var olabileceği bir ortamın mümkün olmadığı bir aşamaya ulaşmadan bu gidişe bir dur demek gerek. Bunun için yaşamı savunmak, yaşamı savunabilmek için de etrafımızı çevreleyen olumsuz koşullarda (cansız bedenlerde) olumlu ve güzel olanı, yani yok olmaya yüz tutmuş olan hayatı mümkün kılan şeyleri görmekten geçiyor.




Beklenmeyen bir gelişme oldu ve Galatasaray'ın yeni stadının açılışına gelen devletlüler yoğun bir taraftar protestosuyla karşılaştı. Böylelikle hükümetin iman etmiş olduğu neo-ilberal uygulamalardan hoşnutsuz olanların sadece "dış mihraklar tarafından yönlendirilen, marjinal" gruplar olmadığı ve de iktidar tarafından itibarsızlaştırılmaya çalışılan devrimci grupların toplumsal yaşantımızda bir kez daha öncü bir rol oynayabilecekleri kanıtlanmış oldu.
Siyasi açıdan nemalanma niyetinden olsa gerek, normal şartlarda okkalı bir "Garabet!"i haketmiş olan ihtişamlı yapının açılışına katılan Erdoğan ve tayfası; gördükleri tepki karşısında hayretlerini gizleyemediler. Oysa nasıl da emindiler "onca emek sarfettikleri" yeni mabetlerinde ileri düzeyde bir tapınma ritüelinin gerçekleşeceğinden.
Hemen başladılar, protesto edenleri itibarsızlaştırmaya. "Nankörler!" dedi sivri zekalılardan biri. Nur Yüzlü ise artık siyaseten kaşarlanmanın vermiş olduğu soğukkanlılıkla "Dün akşamki açlılışta yapılan olumsuzluklar sahiplerindir." buyurmuş.** Aklınca yuhalayanları önemsizleştiriyor. Halbuki bu yuhalamaların ne boyutta olduğunu ve ne anlama geldiğini idrak edebilme kapasitesine sahip olan bir tanesi canlı yayında durumu gayet güzel özetlemiş: "Eyvah!".***


Şimdi meselenin iç yüzüne gelelim. Bir an için içimizdeki tüm itidar yalakalığından sıyrılalım ve yapılan protestoları vs. itibarsızlaştırmaya çalışmadan neyin ne olduğunu açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Adı bir türlü sabitleştirilemeyen bu stadın yapımı son yıllara damga vuran kentsel dönüşümün bir parçasıdır. Burada kentsel dönüşümden anlaşılması gereken ise kentin tarihsel dokusunun yerini küresel sermayenin birikim alanlarına bırakması ve bunun karşılığında kentin asıl sahiplerinin şehrin dışına, ruhsuz mekanlara hapsolmalarıdır. Kapatma denen şeyin, mekanın sermaye iktidarının saikleri doğrultusunda yeniden üretilmesinin en ileri örneklerinden biri olmak bakımından belki de modernliğin de en ileri aşamalarından birini temsil etmektedir. Çünkü kapatılan çoğunlukla kentin yoksulları ya da neo-liberal dönüşüme ayak uyduramayan bir anlamda proleterleşen sınıflarıdır. 
Bu tür projelerle bir taşla iki kuş vurmak istenmektedir. Bir yandan kentin güzide mekanları o kente ruhunu veren asıl sahiplerinden arındırılarak güya mutenalaştırılmakta, diğer yandan da şehrin göbeğini işgal etmiş olan baldırı çıplakların kentin kaderi üzerine söz söyleme hakları ellerinden alınmaktadır. Dikensiz bir gül bahçesi yaratılmak istenmektedir sermaye için.
Galatasaray'ın yeni stad projesi işte tam da bu tür bir proje. Yalnız  yüksek seviyede bir yapı meydana gelmiş olması kimseyi heyecanlandırmasın. İşin içine siyasi iktidarın emperyal projeleri kapsamında gerçekleştirilmek istenen Avrupa veya Dünya Şampiyonası gibi etkenleri dahil olması ve tabii ki Galatasaray seyircisinin beklenti ve taleplerindeki yüksekliktir bunun nedeni. 

Son yaşanan olaylardan sonra, ortaya atılan ve mesenin özünü gizlemeye çalışan bir kaç argüman var. Stadın yapımında başbakanın emeğinin çok olması, yüz milyonlarca dolar yatırımın yapılması gibi
Özellikle ilk argümanı kesinlikle anlamış değilim. Başbakan'ın emeği çokmuş. Resmen ben yaptım oldu mantığı ile hareket eden bir iktidarın başbakanının ne tür bir emeği olabilir ki?. Her şey iki dudağının arasında değil mi zaten? Yoksa arlanma bilmeyen seçilmişler bu konuda da millet iradesinin gerçekleşmesi için olmadık işlere kalkıştılar da başbakanı yıprattılar? Başbakanın bu konudaki emeği olsa olsa işleri yokuşa sürüp, naz yapmak ve Galatasaray camiası üzerindeki etkisini artırmaya çalışma yönünde olmuştur. Hükümete yakın adayların yönetime alınması vs. gibi. Eğer emekten bahsedeceksek son derece olumsuz koşullarda çalışmak zorunda bırakılıp üstüne üstelik emeklerinin sözde karşılığı olan ücretlerini alamayanların emeğinden bahsetmeliyiz bence. Gökhan Yavuz ve Raşit Ek'ten bahsetmeliyiz. Tapınma kültüründen beslenmeye çalışan parazitlerden değil, yeterli iş güvenliği olmadan çalışıp karşılığında hayatlarından olan emekçilerden bahsetmeliyiz.
İkinci iddia da ilki kadar saçmadır. Galatasaray'ın stadın inşasında bir kuruşu bile yokmuş. Ya bu takımın eskiden adı sanı net bir biçimde belli olan bir stadı yok muydu? O stadı Adnan'lar satıp gizli gizli yediler de haberimiz mi yok? Konumu ve değeri belli olan bu arazinin karşılığında yeni stada yapılan yatırım devede kulak kalmıyor mu? Ayrıca bu yatırımı kimin kime yatırmış olduğu da belli değil. Yatırımı yatıran Toki devlet eliyle hükümet yandaşı inşaat gruplarının kalkındırılması projesi olarak iş görmekte. Ortada yatırılan bir şey varsa yandaş müteahitlerin banka hesaplarına yatırılan şişkin ödemelerdir bunlar. Metro için yapılan harcamlar da aynı şekilde. Sanki bu metroya binen Galatasaray taraftarı karşılığında bir ücret ödemiyormuş da, bu metro istasyonları babalarının hayrına inşa edilmiş gibi davranan beyinsizlere sesleniyorum buradan. Zaten aşırı derecede yüksel ulaşım bedelleri ile karşı karşıya değil miyiz? İnşa edilen raylı sistemler belirli bir sürede kendisini zaten amorti edecekken ne diye yaygara koparıyorsunuz?


Şimdi tüm bu koşullar dikkate alındığında; taraftara kendisine hediye edilen yeni oyuncağı beğenmeyip daha fazlasını isteyen bir çocuk muamelesi yapan ama aynı zamanda kenti talan edenler mi haklıdır yoksa  iktidarın sporun hemen hemen her alanını kendi eline geçirmesini ve yaşadıkları şehri günden güne daha yaşanmaz bir hale getirenleri yuhalayanlar mı? İtirazlarını hiç beklenmedik bir anda cesurca ortaya koyup üstüne üstelik nankör damgası yiyenler mi yoksa ağızlarından "Hamdolsun"u düşürmeyen açgözlüler mi?
Taraftarının tepkisinin arkasında duramayıp özür dileyen başkana da yazıklar olsun. Bu gidişle yakalarlar Avrupa standartlarını hiç merak etmesinler...

* fotoğraf  http://www.haberpan.com/galeri/arenaya-ziyaret adresinden alınmıştır.

** http://www.milliyet.com.tr/erdogan-dan-protestolara-ilk-yorum/siyaset/sondakika/16.01.2011/1340002/default.htm

***http://www.facebook.com/#!/video/video.php?v=10150165001609692&oid=104032539656395&comments