Üzerine düşünmekte olduğumuz - ister bir kavram isterse bir olgu olsun - herhangi bir meseleyi ele alırken, onun ne olduğu sorusunu nasıl ele alınacağı ile birlikte düşünmeye çalışmak; bir anlamda içerik ile biçim arasında karşılıklı bir bağ kurmak diyalektik düşünmenin temel özelliklerinden birisidir.
Bu durum üzerine düşünmekte olduğumuz husus bizzat diyalektiğin kendisi olduğunda da geçerliliğini korumaktadır. Geçerliliğini korumasının ötesinde onu daha iyi anlayabilmek için bir fırsat oluşturduğu da söylenebilir. bugün diyalektik hakkındaki tartışmalar onun ne olduğu (diyalektiğin işleyiş mekanizmaları, nasıl kullanılması gerektiği vs.) sorusu üzerine yoğunlaşmışlardır. Buna rağmen ortaya bu yöntemi benimseyenlerin çoğunluğu tarafından kabullenen kapsamlı bir cevap verilmiş olduğu söylenemez. Bu sorun üzerine Marx'ın "sonsöz"ü, Engels'in sistemleştirme çabaları, Lenin'in yazmış oldukları ve daha sonra ortaya konan girişimleri düşünelim. Hemen hemen tamamı meselenin belirli bir yönünü açıklığa kavuşturmayı amaçlamış ve belirli oranda başarılı olmuşlardır. Ancak yine de diyalektiğin eğitiminin ve kullanımının yaygınlaşabilmesi için doldurulması gereken bir çok boşluktan bahsetmek mümkündür. Bu sorunun aşılması için önereceğim yöntem; diyalektiğin ne olduğu sorusunu, onun nasıl ifade edilmesi gerektiği sorusuna verilebilecek yanıtlardan yola çıkarak ele almak olacaktır. Konu diyalektik olduğunda biçime ilişkin tartışmanın içeriği aydınlatma ihtimalini dikkate almakta fayda var.
Latince'de indicibilis kelimesi, tam olarak dile getirilemeyen ifade edilemeyen anlamlarını taşımaktadır. Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, konu üzerine yazıp çizmiş düşünürlerin arkalarında bırakmış oldukları külliyat ele alındığında daima kısmi olarak dile getirilen asla sistematik bir biçimde kurulamayan bir teori ile karşı karşıya olduğumuz sonucuna ulaşabiliriz. Aslında böyle olmadığını düşünüyorum. Elbette diyalektik yöntemi tüm özelliklerini kapsayacak türden sistematik bir biçimde dile getirmeye çalışmak, oldukça zorlu ve kimi zaman insana yönünü saptırabilecek bir işe girişmek anlamına geliyor. Bu yazının bu türden bir işe girişmek için kaleme alınmadığını belirtelim. Burada amaç diyalektiğin sistemli bir biçimde dile getirilmesinin önünü açacak kimi ön belirlenimlerde bulunmak ve diyalektiği bir indicibilis olmaktan çıkarmak için atılması gereken bazı ön adımları atmaktır.
Lafı fazla gevelemeden ağızdaki baklayı çıkarmakta fayda var. Diyalektik denilince - Herakleitos'tan kalan parçalar, Platon'un diyalogları, Hegel'in mantık bilimi, Marx'ın "Sonsöz"ü, Engels'in Anti-Dühring'i vb. - akla gelen metinlerin diyalektiği dile getiriş biçimlerindeki farklılıklar üzerinde durarak, diyalektiğin ne olduğuna ilişkin başlangıç mahiyetinde bir takım belirlenimlere ulaşmamız mümkün olabilir. Bu metinler üzerinde teker teker durma fırsatına sahip değiliz. Bununla birlikte tüm bu metinler ele alındıklarında ortaya çıkan iki farklı eğilimin olduğunu vurgulamak istiyorum. İlki diyalektiği aforizmalar yoluyla dile getirme eğilimidir ve en saf halini Herakleitos'tan bugüne kalan parçalar oluşturmaktadır. İkincisi ise kendisini en uç örnekleri ile Stalin - Politzer hattında gösteren biçimci diyalektiktir. Kısaca bu iki eğilim hakkında bazı değerlendirmeye çalışacağım.
İlk olarak diyalektiğin aforizmalar yoluyla dile getirilme eğilimini ele alalım. Bu eğilimin genellikle enigmatik bir dil kullanmayı tercih ettiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte dile getirilen diyalektik oldukça soyut bir teori haline gelmekte ve bu sayede daha yetkin ve uzun erimli (kapsayıcı) bir anlatı oluşturulmak istenmektedir. Ortaya çıkan sonuç ise diyalektiği gizemli bir düşünme biçimi olarak ortaya koymaktadır. Biçimci diyalektik anlayışta ise ilkinin aksine kullanılan dil çok daha sade, yapılan vurgu düşüncenin dile getiriliş biçimine değil de doğal ve toplumsal süreçte tespit edilen düzenliliklerin üzerindedir. Diyalektik olası tüm doğal ve toplumsal koşulları kapsaması istenen yasalar bütününe indirgenmiştir. Hem kapsayıcı -evrensel yasalar biçiminde - hem de şematik bir biçimde dile getirilebilen bir teori yaratılmak istenmiştir. İşin özünde her iki eğilim de diyalektiği daha yetkin bir biçimde dile getirme arayışının ürünleri olmakla beraber, belirlemiş oldukları ifade biçimlerini mutlaklaştırdıkları için ortaya dogmatik bir teoriden fazlasını koyamamışlardır. Elbetteki mutlaklaştırılan biçimler birbirinden oldukça farklıdır.* Bununla birlikte gelinen noktada, her iki eğilimin de diyalektiği bir tür indicibilis olmaktan çıkarıp canlı bir teori haline getirmekten uzak olduğunu iddia edebiliriz.
Peki diyalektiği bir dogma biçimine düşmekten kurtarmanın yolu ne olabilir? Eğer bu amaca ulaşılmak isteniyorsa, öncelikle gerçekleştirilmesi gereken husus teorinin diyalektiğin eleştirel ve devrimci özüne vurgu yapılarak kurulmasıdır. Diyalektik doğal ve toplumsal değiişm dönüşüm süreci ikilikler yaratan, bu sürece dışarıdan çelişkiler zerh eden bir kurgubilim değildir. Tersine onların bu süreçlerin asli unsurları olduğunu gösteren ve onları içlerinde anlam kazandıkları bütün çerçevesinde zihnimizde yeniden kurmamızı sağlayan bir teoridir. Çelişkilerin bütünün asli unsuru olarak ele alınması diyalektiğin eleştirel yönünü oluşturmaktadır. Hegel'in yapmış olduğu gibi bu çelişkilere önceden belirli sonuçlar atfederek bütünün dönüşümünü ona kendimizce yakıştırılan erekler yönünde kurgulamak yerine, bu çelişkilerin açık uçlu dönüştürücü potansiyelini vurgulamak ise devrimci yönünü.
Diyalektik gerçekliği oluşturan sınırsız olgular yığını içerisinden bütünü ve bütünü oluşturan parçalar arasındaki karşılıklı ilişkileri - mümkün olduğu ölçüde aslına uygun bir biçimde - zihinde yeniden oluşturma ve bunu uygun bir biçimde başkalarına aktarma sürecinde yürürlükte olan bir düşünme biçimidir. Geleneksel düşünme biçimlerinin aksine biçim ve içerik arasında (epistemoloji ile ontoloji arasında vb.) bir kopukluk olduğunu, bu unsurların birbirinden bağımsız olduğunu varsaymaz. Sadece varsaymamakla kalmayıp bu farklılığını incelediği konuların dile getirilişi esnasında ortaya koyar. Bu yüzden ortaya konan teorik ürünün (bu diyalektiğin kendisi de olabilir) dile getiriliş biçiminin ve bu esnada kullanılan dilin geleneksel düşünce biçimlerininkinden farklı ancak diyalektiğin sahip olduğu eleştirel ve devrimci özelliklere uygun olmaları gerekir. Kullanmakta olduğumuz dil aslında hiç de masum değildir. Geleneksel düşünme biçimlerinin kalıplarını bize dikte etmektedir. Gerçekten yetkin bir diyalektik teorinin kurulabilmesi için bu yüzden dilin sınırlarının esnetilmesi bir aşamadan sonra zorunluluk olarak ortaya çıkacaktır. Diyalektiğin formel mantıktan farklı olarak biçim ile içerik arasında karşılıklı bir ilişki kurduğunu belirtmiştik. Bu karşılıklı ilişki yani bağın, daima somut bir içeriği olmalıdır. Diyalektik teorinin burada ortaya çıkabilecek farklı düzeyleri dile getirme kapasitesine sahip olması gerekmektedir. Böylece geleneksel düşünme biçimlerinin ve tüm gerçek ilişkileri aşkın bir rasyonalite örtüsü altındaki bir özdeşlik ilişkisi olarak görüp türdeş varlıklar arasında olmayan her tür ilişkiye kapalı olan hegelci diyalektiğin aşılması mümkün olacaktır.
* Hegel'in Antik Yunan dünyasını ele alırken, yunanlıların hakikati sanatsal bir biçimde dile getirdiklerini söylediğini hatırlayalım. Stalin ve Politzer ise bürokratik - rasyonalist modern zihniyetin temsilcileriydiler. Herakleitos ve çağdaşları için hedefteki okur belirli bir eğitim seviyesini aşmış kişiler iken, ikinci gruptakiler için amaç kitlenin en alt düzeyde eğitim almış üyelerinin bile anlayabileceği bir sistem kurmaktı. İlk gruptakiler diyalektiği öylesine mistik bir hale soktu ki onu anlayabilmek sadece ayrıcalıklı bir kesim için mümkün olabildi. İkincisindekiler içinse diyalektik olarak adlandırdıkları sistemin geniş kitlelerce benimsenmesi o kadar önemliydi ki, muhattaplarını "anlama"nın sınırları içinde tutarak onları eleştirel bir düşünceye davet etmekten ziyade sanki düşünme eyleminden azad etmek için yazmış gibiydiler.
0 comments
Post a Comment