(Bu metin 2003 yılının kış aylarında kaleme alınmıştır)
1990’ların başından bu yana dünya sahnesinde izlediğimiz gelişmeler (ekonomik krizler, savaşlar, soykırımlar) siyaset açısından gelecek için pek de pembe bir tablo oluşturmuyor. Bu dönemde yaşanılanlar uluslararası toplumun içinde bulunduğu bir geçiş dönemine şahitlik etmektedir. Bahsettiğimiz olumsuz gelişmeler bunlarla pek de rastlantısal olmayarak at başı giden Yeni Dünya Düzeni kurma çabaları ile pekala ilişkilendirilerek incelenebilir. Bilindiği gibi bu olguların meydana geliş tarihi 1990’ların başı yani Soğuk Savaş Döneminin hemen sonrasıdır, ancak planlanması ve düşünsel altyapısının oluşturulması daha önceki yıllara dayanmaktadır.
1990’ların başından bu yana dünya sahnesinde izlediğimiz gelişmeler (ekonomik krizler, savaşlar, soykırımlar) siyaset açısından gelecek için pek de pembe bir tablo oluşturmuyor. Bu dönemde yaşanılanlar uluslararası toplumun içinde bulunduğu bir geçiş dönemine şahitlik etmektedir. Bahsettiğimiz olumsuz gelişmeler bunlarla pek de rastlantısal olmayarak at başı giden Yeni Dünya Düzeni kurma çabaları ile pekala ilişkilendirilerek incelenebilir. Bilindiği gibi bu olguların meydana geliş tarihi 1990’ların başı yani Soğuk Savaş Döneminin hemen sonrasıdır, ancak planlanması ve düşünsel altyapısının oluşturulması daha önceki yıllara dayanmaktadır.
Öncelikle söyleyebileceğimiz şey gelinen noktada geleceğe yönelik önümüzü görmemizi sağlayabilecek bir dengenin henüz oluşmadığı ve bu tarz bir gelişmenin kısa dönemde ortaya çıkabilme olasılığından da gittikçe uzaklaşıldığıdır. Tek-Çift Kutupluluk, İnsan Hakları, Tarihin ve İdeolojilerin Sonu gibi bazılarının Küreselleşme ile ortaya çıktığı ana tartışma konuları hala güncelliğini korumaktadır. Hatta yerel ve küresel birçok sorunun gün geçtikçe artarak ortaya çıktığını ve bunların birbirlerini tetiklediklerini ileri sürebiliriz. Bu kaotik sorunlar sarmalının çözümlenmesi için ‘hegemonya’ kavramının ve bu kavrama farklı düşünce sistemleri tarafından yüklenen anlamların anlaşılması zorunlu olacaktır.
Hegemonya kavramı Rusya’da 20. yüzyılın başlarında gerçekleştirilmeye çalışılan liberal devrim sırasında Yunan tarihçi Thukydides referans gösterilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yunanca’da yol göstermek ve tahmin etmek gibi anlamları olan Hegemonia kavramı Menşevikler tarafından ‘yol gösterici-önder’ anlamlarında kullanılmıştır. Günümüzde atfettiğimiz anlama tamamen zıt bir anlam içeren hegemonya kavramını derinlemesine inceleyerek,ona düşünce sistemi içerisinde oldukça mühim bir rol atfeden ise Gramsci’dir.
Gramsci hegemonya kavramına toplumun sınıfsal analizi içerisinde yer verirken hegemonya ile egemen kavramları arasındaki farkın altını çizer. Öncülük eden anlamındaki hegemon iki taraflı bir anlam içermektedir. Hegemon, bir sınıf bilinci yaratarak hükümet göreve başlamadan önce ve sonra o sınıfın politik yönetimini şekillendirir. Gramsci’nin altyapı-üstyapı ilişkisine yönelik tezlerinin anahtarı niteliğindeki hegemonya muhalefetteyken iktidardaki ideolojik bloğun çökertilmesini daha sonraki aşamada ise iktidarın paylaşılıp, yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayacak kaynaktır. Oysaki, egemenlik kavramı tek taraflı bir anlam içermektedir. Egemen gücünü kendisinden alan ve kendi isteğiyle başka bir gücü izlemeyendir. Bugün küresel bir neo- emperyalist yönetim kurmayı amaçlayanları bu hedeflerine ulaştıkları takdirde egemen olarak niteleyebiliriz.
Günümüz açısından durumu yukarıda ele aldığımız kavramlarla açıklamak istersek W.F. Haug’un Anderson ve Bove’den yapmış olduğu alıntı oldukça faydalı olacaktır:’ABD Clinton döneminde İnsan Hakları söylemiyle hegemon görevini sürdürebiliyordu, ancak Bush yönetimi müzakere edilmiş uzlaşmayı ilerletmek çabası olan hegemonyayı bir kenara bırakıp küresel egemenlik için askeri ve ekonomik gücünü amaçlarını meşrulaştırmak amacıyla kullanmaktadır. Bu yüzden artık bir egemen gibi hareket etmektedir.’Haug bu tespit ile ilgili olarak Clinton ve Bush yönetimlerinin ak ile kara olarak gösterilmesine karşı çıkmıştır,ancak bu konuya daha sonra değineceğim.
Kısaca tekrarlayacak olursak Soğuk Savaş sonrasında ABD düşük maliyetle emperyal bir egemenlik sağlama amacı gütmektedir. Bunu da yeni askeri ortaklıklar, yeni uluslar arası örgütlenmeler ve yeni bir hukuk yaratarak sağlamak istemektedir. Batılılar tarafından Doğu toplumlarına atfedilen Despotizm sistemin kaynağı durumunda bulunduğu için eleştirdiğimiz ABD tarafından kültürel, askeri ve iktisadi tüketim maddeleri aracılığıyla tüm dünyaya ihraç edilmektedir.
Ayrıca ABD’nin eylemlerini meşru kılmak amacıyla ileri sürdüğü güvenlik sorunu (terörizm meselesi olarak da adlandırılabilir) ve demokrasi ihracı bahaneleri ise artık inandırıcılığını yitirmeye yüz tutmuştur. Bunu şu açıdan söyleyebiliriz: Evet, dünya çapında bir güvenlik sorunu vardır. Ama bu sorun ne Amerika’nın şiddetle üzerinde durduğu kadar temel bir sorundur ne de Amerika dahi olsa bile salt askeri mücadele ile üstesinden gelinebilecek niteliktedir. Sorunun kaynağı ve tabii ki buna bağlı olarak çözüm yolları çok daha komplekstir ve üzerinde oldukça yoğun zihinsel ve fiziksel çaba harcamak gerekmektedir
Bu noktada, tartıştığımız sorunlar üzerine eğilmiş ve düşünceleri ile oldukça belirleyici olmuş iki düşünürden bahsetmek istiyorum. Bunlardan ilki günümüzde halen güncelliğini koruyan ve yaşadığı çağ açısından içinde bulunduğumuz dönemin sorunlara benzer sorunlar üzerine eğilmiş Alman filozofu Immanuel Kant’tır. Diğeri ise günümüz felsefesinin en önemli düşünürlerinden biri olan Jürgen Habermas’tır. Bu iki düşünürün üzerinde durmamın sebebi; öncelikle iki düşünce sistemi arasındaki yakınlıktır. Bunun yanında liberal demokrasiye sosyal bir içerik katmaları açısından ve öne sürdükleri fikirlerin toplumsal adaleti sağlama ve evrensel-rasyonel bireyi hedeflemesi bakımından oldukça önemli bir düşünsel mirasa sahip olmalarındadır.
Kant 1724 yılında Doğu Prusya’nın Königsberg şehrinde dünyaya geldi. Ölümü 1801’dir. Kant metafizik düşüncenin en önemli düşünürlerindendir. Kendinden önceki düşünceleri özümsemiştir. Descartes ve Leibniz gibi düşünürlerden etkilenmiştir. Bu yüzden felsefesinin kaynağında Aydınlanma düşünce geleneği yatmaktadır. Descartes ve Leibniz arasındaki düşünsel farklılıklardan faydalanmış kendisi de felsefesini bunlarla tartışarak geliştirmiştir.
Kant’ın yaşadığı dönemde Avrupa’da köklü dönüşümler yaşanmaktadır. Uluslaşma hareketleri, yükselen yeni sınıfın varlığı ve en nihayetinde cumhuriyetçi geleneğin ortaya çıkışı toplumları altüst eden gelişmeler olmuştur ve Prusya’da bu gelişmelerden oldukça etkilenmiştir. Birbirinden oldukça farklı hatta birbirine zıt olduğunu söyleyebileceğimiz birçok çıkar gurubunun toplumları kaosa sürüklediği bir dönemin düşünürüdür Kant. Ayrıca 18. yüzyılın önemli devrimleri Amerikan ve Fransız Devrimleri ile doğa bilimleri ile sanayi alanındaki gelişmeler ister istemez toplumları birbirine yaklaştırmış ve filozofları dış dünyada olan bitenleri de düşünmeye zorlamıştır. Kısacası tıpkı günümüzde olduğu farklı etik anlayışlarının ve politik görüşlerin tanınma taleplerinin gündeme geldiği ve bu farklılıkların belli bir sosyo-politik düzende barış içerisinde birlikte varolabilme imkanının tesis edilmesinin gündemde olduğu bir çağda yaşamıştır, Kant (Çörekçioğlu, s.1).
Farklılaşmaların yukarıda belirttiğimiz gibi siyasetin temel dinamiği olduğu bu dönemde Kant siyasal düşünceleri bir yelpaze üzerine oturtmuştur. Farklılıkların mutlaklaştırılmasını ve yüceltilmesini en uç düzlemde anarşizm, farklılıkların yok sayılmasını ve bastırılmasını ise en uç düzlemde totalitarizm olduğunu söyleyebiliriz. Bu siyasal sistemler de felsefi temellerini iki büyük metafizik olan Paltoncu dogmatik-akılcılık ile Epikürosçu şüpheci-empirizmde bulmaktadır. Kant’ın kendi düşüncesi ise tam da bu noktada işin içine girmektedir. Kant bu iki metafizik arasındaki çatışmalara indirgediği tarihin aslında historik veya empirik değil akılsal olduğunu ileri sürmüş ve bu tarihin a priori mümkün olduğunu söylemiştir.
Bu akılsallık eleştirel aklın dönemidir ve siyasal açıdan ifadesini çoğulcu demokraside bulur. Şimdi Kantçı epistomoloji ile önerdiği çoğulcu demokrasi arasındaki ilişkiyi inceleyelim: Eleştirel Akıl dediğimiz zaman ‘aklın kendini tanıma görevini yeniden üstlenmesi ve kendine dair bir mahkeme kurmasını anlıyoruz (Çörekçioğlu; s.4). Bu mahkemenin amacı ise aklın kendini eleştirmesi, yani aklın hem yargılayan hem de yargılanan olarak kendi bilgi imkânlarının ve sınırlarının bilincine varmasıdır. Biraz daha açacak olursak Kant aklı, akılcı düşünürlerin bilgi hakkında ürettikleri spekülatif ve doğrulanması imkansız iddialarından ve empiristlerin herhangi bir evrensel bilginin varlığının mümkün olamayacağı görüşlerinden kurtarmayı amaçlamıştır. Kant bu amacına a priori yargıların varlığını kanıtlayarak varmıştır. Kant’a göre bilgimizin kaynağında hem empiristlerin savladığı gibi deneysel verilerin hem de rasyonalistlerin savladığı gibi akılsal kavramların bulunmaktadır, yani birey algıladığı deneysel bilgileri a priori olarak sahip olduğu zihinsel kategoriler aracılığıyla yorumlayarak bilgiye ulaşır.
Yukarıda ele aldığımız bilgi kuramının Kant’ın öngördüğü ontoloji kuramı ile de yakından ilişkisi vardır, çünkü birey eleştirel akıl sayesinde kendi hayatını başkalarının egemenliğinden kurtaracaktır. Kant’a göre Aydınlanmanın anlamı da budur. Bu birey anlayışı aynı zamanda Kant için gerçek bir idealdir, çünkü bireyi toplumun yapıtaşı olarak görmektedir.
Kant’ın iki büyük metafizik sistemi iki uca yerleştirerek kurduğu skaladan bahsetmiştik. Bu skalada eleştirel aklın yeri merkezdir, yani iki uca da eş uzaklıktadır. Bu nokta iki metafiziğin iletişim temelinde dile getirilip tartışılacağı kamusal alandır. Toplumu kuran bireylerin ne birbirleriyle özdeş ne de asla uzlaşamayacak kadar farklı olmadıklarını düşünen Kant bu farklılıkların gerek epistemolojik gerekse politik düzeyde uzlaştırılmalarına otonomi adını verecektir (Çörekçioğlu, s.7). Otonomi kavramı Kant’ın uluslararası topluma bakış açısını ve ondan Habermas’a miras kalan iletişim ve demokrasi düşüncelerini anlamamız açısından önemlidir.
Kant, 1795 yılında yazdığı ‘Ebedi Barış’ adlı kitabıyla da uluslararası sorunlara ilişkin düşüncelerini dile getirmiştir. Kant’ın bu konudaki düşünceleri de oldukça kapsamlıdır. 1648 yılında Westphalia Andlaşması ile kurulmuş olan uluslararası sistemin dünyayı hayalini kurduğu barış ortamına taşıyamayacağını anlayan Kant yeni bir devletler sisteminin prensiplerini oluşturmaya çalışmıştır. Devrim Fransa’sı ile Prusya arasında imzalanan Basel Barışı da bu konuda onu cesaretlendirmiştir. Özellikle devletlerin bağımsızlık anlayışlarında değişiklik yapmaları gerektiğini savunmuştur. Bu değişim yerleşik devlet idesi anlayışında da büyük farklılık yaratacaktır. Westphalia egemenliğinden uluslararası liberal egemenliğe geçişin altyapısını Kant hazırlamıştır (Benhabib, s.6). Her ne kadar bu dönüşümün gerçekleşmesi 1918 yılını bulsa da bunun 120 yıl önce Kant tarafından dile getirilmiş olması ilginçtir. Kant’ın uluslararası barışı tesis etme amacıyla geliştirdiği tezinde zamanla ne gibi değişiklikler yaptığına değineceğim ama bu teorinin oluşturulması aşamasında yukarıda da adı geçen otonomi kavramının altını tekrar çizmek istiyorum. Otonomi, farklılıkların mutlaklaştırılmadığı ve bireylerin eşit olarak bir araya gelip iletişimsel faaliyette bulundukları bir kamusal alanı belirtiyordu. Yani devletlerin kendi egemenliklerini mutlaklaştırmadıkları, cumhuriyetçi-anayasal devletlerin oluşturdukları bir devletler sisteminden bahsedilmektedir.
Habermas’ın da söylediği gibi Kant’ın uluslararası topluma bakış açısı belki de bizim bugün ulaşabildiğimiz durumdan çok daha ideal bir durum olarak gözükmektedir (Habermas, s.2). Kant’ın kurulmasından yana olduğu sistemde uluslararası hukukun yerini kozmopolit hukuk alacaktır. Kozmopolit hukukun dayanağı ise İnsan Hakları Hukukudur. Bu hukuk bireyin yalnızca bağlı oldu ulusal merkezinden elde ettiği haklara dahil olmak üzere dünya vatandaşlığı dolayısıyla elde ettiği hakları da içermektedir (Weltbürgerheit). Konukseverlik (Hospitalitaet) hakkı, yani inanların başka ülkelere gittiklerinde kötü muamele görmemelerini sağlayan hak dünya vatandaşlığı kavramını somutlayan bir örnektir (Benhabib, s.8)
Kant hiçbir zaman dünya-devleti fikrinden vazgeçmemiştir. Ancak teorisinin gerçekleşmesi için ilk planda kurulması gerektiğini düşündüğü evrensel federatif devlet (Völkerstaat) fikrinin uygulanabilirliğinin ne kadar düşük olduğunu anlaması fazla uzun sürmemiştir. Bir despotizm kaynağına dönüşebileceğini belirttiği Völkerstaat yerine egemen ulus devletlerden oluşan bir uluslar birliğinin(Völkerbund) bir devletler liginin kurulabileceğini belirtmiştir. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkilere damgasını vuran Yeni-Kantçılık düşüncesinin Cemiyet–i Akvam’ı Milletler Ligi olarak adlandırması rastlantı değildir.
Kant’ın felsefesini genel hatları ile açıklamaya çalıştıktan sonra Habermas’ın Kant’ın öngördüğü noktaya niçin 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gelinemediğine dair yapmış olduğu tespiti aktaralım (Habermas, s.5):
- Kant’ın teorisi 19. ve 20. yüzyılların milliyetçi akımlarını öngöremedi, çünkü yükselen tarihsel bilince ve kültürel farklılıklara karşı hassas değildi.
- Kant’ın teorisi Avrupa medeniyetine ve Avrupa ırklarına hitap ediyordu. Dünyanın geri kalan kısmı kolonizasyon ve misyonerlik faaliyetlerine yönelik bölgeler olarak algılanıyordu.
- Uluslararası Hukuk ile Hristiyan kültürü arasındaki bağlantıyı iyi etüt edememişti.
Günümüze geldiğimizde ise Kantçı otonomi geleneğini devam ettiren, bunun üzerine özgün ilaveler yapan ve geliştirdiği İletişimsel Eylem Kuramı ile modern felsefedeki ‘Ben’ ile ‘Öteki’ arasındaki çelişkiyi çözen Jürgen Habermas, liberal demokratik gelenek içerisinde ön plana çıkmaktadır (Dinçer, s.5). Habermas’ı burada Kantçı düşünceye yaptığı katkı çerçevesinde ele alacağız. Habermas 20. yüzyılın en önemli modern felsefecilerindendir. Ünlü Frankfurt Okulu’nun son temsilcisidir. Birçok konuda bu okulun önceki kuşaklarından farklı görüşler ileri sürüyor olsa da düşünce dağarcığının oluşmasında bu okulun katkısı büyük olmuştur. Soğuk Savaş yılları da Habermas’ın hayatında önemli bir bölümü oluşturmuştur. 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım ve sonrasında kurulan Sosyal Refah Devletleri Avrupa’nın çehresini değiştirmiştir. Ayrıca bu dönemde iki Süper Güç’ün kurduğu Dehşet Dengesi ve bu dönemde Avrupa’da hiç savaş yaşanmaması dönemin bazı belirleyici özellikleridir.
Yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığım ortamda Habermas kendisini bir sosyal bilimci olarak görür. O artık Hegel’in tinin doğal, toplumsal gerçekleri belirlemesi düşüncesinin Marx tarafından tersine çevrilerek doğal, toplumsal ve tarihsel gerçeklerin tinsel alanı kültür kurumlarını belirlediğinin ortaya koyulduğu bir çağda yaşamaktadır. Artık öteki doğrudan kötü değildir, öteki ile kurulan diyalektik ilişki beni belirler, oluşturur. Kötü olan, benliğini geleneksel kimlikle özdeşleştiren değil, ötekini, güçsüz olanı tanımayandır (Bilgiç, s.45). Habermas bu noktada sosyal bilimcinin dil aracılığıyla konu edindiği ilişkiler ağına 3. kişi olarak değil doğrudan katılması gerektiğini söyler, yani sosyal bilimci nesne edindiği toplumsal yaşama evrenine bir şekilde katılmak zorundadır (Dinçer, s.5). Böylece bu evreni hem betimleyecek hem de onu yeniden üretecektir. Sosyal bilimcinin bu projeksiyonu gerçekleştirilmesi açıklamayı ve anlamayı bilmenin temel öğeleri olduğunu saptamasına bağlıdır. Burada anlama epistemolojik ve metodolojik bir kavramı değil bilhassa iletişimsel eylemin odak noktasını oluşturur. İşte bu eylem ‘ben’in ‘öteki’;’öteki’nin ise ‘ben’ olmasını sağlar. İletişimsel eylem ile kastedilen şey; anlaşmayı amaçlayan tarafların gönüllülük esasına göre biraraya gelerekanlaşmaa varmalarıdır. Bu anlaşmanın içeriği önemli değildir, önemli olan konuşma edimlerinim çözümlenmesi yoluyla ortaya konulabilecek biçimsel koşullardır. Sonuç olarak iletişimsel eylem hem bireyin toplumsallaşmasını hem de toplumsal kurumların yeniden ve yeniden oluşturulmasını sağlar, yani liberal demokrasi kendisini sürekli olarak bu şekilde üretir.
Kısa bir karşılaştırma ile söyleyecek olursak Kant’ın etkisinden kurtulamadığı Descartes’çı kartezyen mantık onun farklılıkları mutlaklaştırmasını ve teorisinde Habermas’ın belirttiği hatalara düşmesine neden olmuştur. Oysa Habermas’ın öne sürdüğü iletişimsel eylem ile ‘ben’in ‘ötekini’ni doğrudan dışlaması söz konusu olmayacaktır. Böylece faklı çıkarların uzlaşabilmesi için gerekli olan kamusal alan oluşturulmuş olacaktır.
Habermas’ın uluslararası toplumla ilgili olan düşüncelerini de inceleyelim.21. Dünya Felsefe Kongresi’nin Ana oturumlarından birinde sunduğu makalesinde uluslararası hukukun geçirdiği aşamaların altını çizdikten sonra günümüzdeki tehdit algılamalarının 3 farklı odaktan geldiğini belirtmiştir (Habermas, s.11):
1.Suçlu Devletler
2.Başarısız Devletler
3.Uluslararası Terörizm
Habermas’a göre sağlık, çevre, kültür, suç ve güvenlik hususlarında küreselleşme yaşanıyor. Bu da uluslararası sistemde fonksiyonel farklılaşmanın ulusötesi bir hale gelmesini sağlıyor ve böylece bağımsızlık şartı ortadan kalkıyor. Çok Uluslu Şirketlerin ve ulusötesi örgütlerin devletleri aşındırır hale gelmesi buradan kaynaklanmaktadır. Savaş Suçları Mahkemesi, Uluslararası Suçların Kodifikasyonu ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sivil Toplum Örgütlerinin uğraşları sonucunda aşama kaydedilen alanlardır, ancak yine de uluslararası durum Habermas’a göre iç açıcı değildir. Veto gücü, BM’nin tekil üye devletler tarafından finanse edilmesi BM’yi Kant’ın normatif öncüllerinden kopma tehlikesini doğurmuştur. Ve her şeyden önemlisi ABD iyi niyetli hegemon rolünü oynayamamaktadır. Sadece kendi niyetiyle hareket ettiği için ulusal çıkarlarını uluslar arası çıkarlardan ayıramamaktadır. Evrensel değerlerin uygun yerel uygulamalarını tahmin edememektedir, ancak dahili siyasi kültürün kozmopolit düşünce ile paralel olması uluslar arası siyasetin anayasallaşmasını sağlayabilir. Liberal devlet vatandaşlarına düşen görev uzun dönemde ulusal görevle çıkarların, özel görevleri arasındaki bilişimsel farka duyarlı davranmaktır.
Habermas’ın ABD’den yani liberal uluslararası sistemin taşıyıcısı-hegemonundan beklentileri şöyle olabilir: ABD hegemon güç olarak 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan gelişmeler bağlamında çıkarları etkilenen ve/veya etkilenebilecek kişileri bu çıkarların tartışılması için gerekli kamusal alanı sağlayabilecek BM veya AGİT gibi bir platformda biraraya getirecektir. Bu kişiler (konuyla ilgili bir çeşit çıkar ilişkisi bulunan uluslararası hukuk süjeleri) anlaşma amacı ile masanın etrafına dizileceklerdir. Diyalog yoluyla önce birbirilerini anlamaya ve daha sonra da aralarındaki iletişim doğrultusunda bir anlaşmaya çalışacaklardır. Muhtemelen anlaşmanın içeriği hakkında ideal bir çerçeve çizmekten kaçınacak olan Habermas bu şekil koşulları içerisinde varılacak bir uzlaşmanın sorunun çözünü sağlayacağını varsaymaktadır. Oysaki gelişmeler hiç de bu yönde olmamıştır ve şu anki tartışmaların nedeni de teori ile pratik arasındaki bu sapmadır. Bu sapmanın Habermas açısından öngörülemezliği onun düşüncesini temellendiren bazı ön kabullere dayanmaktadır:
1.Genel olarak Uluslararası Hukuk ve özelde BM Andlaşması’nın anayasal bir statüsü olduğuna inanmaktadır.Oysa bu normlar hem de ABD tarafından hem içerik hem de şekil açısından es geçilmiştir.
2.Uluslararası toplumda kişilerin iletişimsel eyleme girmeleri ancak bu çapta yaratılabilecek sivil toplum benzeri bir yapılanma ve bu toplumun bireyleri arasındaki devasa eşitsizliğin giderilmesi ile mümkün olabilir.
3.Liberal sistem içerisinde sürekli olarak fayda maksimizasyonunun sağlanmasından bahsetmekteyiz. Ve bu dürtü bireyi kendi çıkarlarını uluslararası toplumun çıkarlarının üstünde tutmasına yol açabilir (özellikle bunu yapabilecek kapasitesi varsa ve onun gücünü dengeleyebilecek bir unsur yoksa)
İşte bu noktalar Habermas’ın düşünce sisteminin yeni gelişmeler karşısındaki esneksizliğini ortaya koymaktadır. Habermas için tanımsız olan eylemler uluslararası sistemin ideolojik çatısını oluşturan ABD tarafından uygulanmaktadır. Durum böyle olunca Kant’ın ve onun mirasını işleyen Habermas’ın teorilerinin bizzat kendi teorilerinin ideolojik öncüsü tarafından yanlışlanmakta olduğunu ileri sürebiliriz. Bu noktada düşmememiz gereken yanlışın 11 Eylül sonrasında meydana gelen olayların Kant ve Habermas’ın teorilerinde sadece bir istisna oluşturduklarını ve sorunun kaza ile ABD’de iktidara gelmiş olan Şahinler’in uygulamalarından kaynaklandığını düşünmek olduğunu söyleyebiliriz. Artık liberal uluslararası sistemin öncüsü olan ABD’nin hegemonik gücünün dayandığı rıza temeli iyice zayıflamıştır ve ABD’nin buna karşı tepkisi ise hegemonyasını ‘güce’ dayandırmaya çalışmaktır.
Liberal sistem içerisinde ortaya çıkacak olan hegemonal gücün kapasitesinin sınırlarını tartışan ve bu sistematik olarak ortaya koyan düşünür (aynı zamanda eylemci) yazının başında da belirttiğimiz gibi Gramsci’dir. Gramsci’nin toplumsal modeline göre, hegemonya kavramı modern koşullar altında bir sınıfın hâkimiyetini basit bir özel güç kullanarak değil de toplumsal çıkar farklılıklarının önüne geçerek, ahlaki ve entellektüel bir liderlik kullanarak sınıflar arası müttefik (tarihsel blok) oluşturup; bir kurumlar, toplumsal ilişkiler ve fikirler ağı içinde hegemonyasının yeniden ve yeniden yaratıldığı belirli bir toplumsal düzen için oluşturulan rıza temelini yaratmasıdır. Ona göre hegemonyanın maddi temeli, bir sınıfın liderliğinin sürdürülmesini sağlayan, ama diğer sınıfların da belli taleplerinin karşılandığı bir reformlar ve uzlaşmalar süreciyle kurulur. Bu şekilde tamamen genişletilen hegemonya toplumdaki çeşitli grupları birleştiren aktif bir rızaya, kolektif bir iradeye dayanmaktadır. Devleti, politik toplum + sivil toplum olarak düşünen Gramsci ‘tamamen genişletilen hegemonyanın’ sınırlamalar alanı olarak düşünülen politik toplum alanını daraltması ve bunun yerine sivil toplum denilen ‘düzenlenmiş toplumun’ almasını sağlaması gerektiğini söyler.
Bir önceki paragrafta çizdiğimiz teorik çerçeve içerisinde uluslararası alanda meydana gelen olaylara dönüp bakacak olursak; günümüzdeki gelişmelerin (ABD’nin eylemlerinin) artık öncülük etmenin değil hükmetmenin işlevi ile ilgili olan ‘hegemonyasız diktatörlük’ yani tek boyutlu düşünerek egemenlik kurma ideali ile açıklanabileceğini söyleyebiliriz (Haug, s. 15). Bizi bu yorumu yapmaya iten şey bahsettiğimiz tarihsel aktörün sadece kendisinin o andaki fiziksel bileşenleri ve doğrudan kapalı çıkarları (sınırlı bir çıkar grubuna ait ve bencil olan) ile ilgileniyor olmasıdır. Sonuçta hükmeden odak olarak işlevini tüketmiş olduğunu ileri sürebiliriz. Bu durumu Gramsci’nin terminolojisi ile dile getirecek olursak; ideolojik blok yıkılma eğilimine girmiştir ve bunu açık ve dolaysız olarak usulüne uygun polisiye önlemler ve devlet vuruşlarına kadar giden biçimleriyle ‘kendiliğinden’ oluşan zorlamalar izleyecektir.
Bugün tarih daha hızlı akmaktadır. Yine Gramsci’nin terimiyle ideolojik blok yıkılma eğilimindedir. Yerine geçecek olan devrimci blok ise hegemonyal üstünlüğünü bir an önce sağlamalıdır. Bu konuda gelecekte izleyebileceğimiz olası mücadeleleri tartışmayı sonraya bırakıyorum ancak öncelikle incelediğimiz Kant – Habermas çizgisindeki liberal projeksiyonları ve Gramsci’nin hegemonya kavramları yeni ideolojik tabanın oluşturulmasında göz önünde tutulması ve eleştirilmesi gereken yeni ideolojik bloğun diyalog içinde olacağı önemli düşünsel kazanımlardır.
Faydalanılan Kaynaklar:
1.Habermas, Jürgen, ‘Dispute on the past and future of international law. Transition from a national to a postnational constellation.’, 21. Uluslararası Felsefe Kongresi, İstanbul,Ağustos 2003
2.Seyla, Benhabib, ‘The Crisis of the Nation-State and the Boundaries of the Demos’, 21. Uluslararası Felsefe Kongresi, İstanbul,Ağustos 2003
3.Dinçer, Kurtuluş, Habermas ve Sosyal Bilimlerin Mantığı, 21. Uluslararası Felsefe Kongresi, İstanbul,Ağustos 2003
4.Çörekçioğlu, Hakan, ‘Kantçı Eleştirel Akıl ve Modern Çoğulcu Demokrasi’, 21. Uluslararası Felsefe Kongresi, İstanbul,Ağustos 2003
5.Bilgiç, Meriç, ‘Küreselleşme Sonrası ve Kolektif Bilincin Etiksellik Paradoksu’, Felsefelogos, sayı:16
6.Haug, Wolfgang Fritz, ‘Hegemonyal Tek Taraflılık’, Çeviren: Metin Toprak, Felsefelogos, sayı: 21
7.Yayın Yönetmeni: Tom Bottomore, Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2002
0 comments
Post a Comment