Dialektik... kritisch und revolutionär
Değerli okur! "Eleştirel ve devrimci diyalektik" Karl Marx'ın ayrıntılı bir açıklamasını yazıya dökme fırsatını asla yakalayamadığı ancak tutkulu bir biçimde bağlı olduğu yöntemini adlandırmak için kullanmış olduğu bir ifade. Ayrıca burada paylaşılan denemelerin dile getirdiği arayışın nesnesini oluşturuyor. Bu arayışı kendini eski metinlerle sınırlayan bir tür ruh çağırma ayini olarak değil içinde bulunduğumuz zamanda bizleri çevreleyen kimi kuram ve pratikleri inceleyerek sürdürmeyi seçtim, çünkü diyalektiğin donuk kalıplar bütününden ziyade içinde bulunduğumuz an'ı kavramamızı sağlayan canlı bir teori olduğunu düşünüyorum. İnsanın hakikati arama çabasında hayat bulan ve bu çabanın evrimine katkıda bulunan bir diyalektik anlayışını paylaşmak dileğiyle...



Şu popüler kültür denen şey ilginç bir hadise. Yaratıcıları bazen neye el atacaklarını şaşırıyorlar. Tabi el attıkları konular da kendilerini belirli bir ölçüde bağlıyor. Bunun son örneği bu sene yayınlanmaya başlayan Spartacus: Blood and Sand adlı dizi. Dizi televizyon tarihinde eşine az rastlanacak derecede seksist ve aynı zamanda şiddeti estetize eden bir yapıya sahip. "Gladyatörler üzerine bir diziden ne bekliyorsun ki?" diye sorulabilir. Gerçekçi olabilmek ve romalıların gündelik yaşamını daha iyi yansıtabilmek için bu tür sahnelere yer veriliyor türü argümanlar da ileri sürülebilir, ancak diziyi izleyenler sanırım tüm bunların çok daha farklı yöntemlerle de aktarılabileceği görüşünü paylaşacaklardır. Asıl amacın reytingleri artırmak olduğu gün gibi ortada...

   Tüm bu olumsuzluklara rağmen, dizi oldukça önemli bir meseleyi ekrana taşımaktan da geri kalmıyor. Artık günümüzde bir çok insanın kulağını tırmalayan - ezilenler ile ezenler, sömürülenler ile sömürenler, köleler ile efendiler vs. - insanlar arasındaki tahakküm ve tahakküme karşı direnme meselesini. Yukarıdaki karede  oldukça tiyatral bir biçimde resmedilen isyan ve özgürleşme, ilk bakışta oradaki karakterlerin sevdiklerinin başlarına gelenler ya da kendilerinin uğramış oldukları haksızlıklar - çoğunlukla kişisel hırsların neden olduğu entrikalar sonucunda ortaya çıkan olaylar -  karşısında takındıkları bir tavrı yansıtıyormuş gibi görünebilir. Bununla birlikte olayların geneline bakıldığında tüm bu çarpık ilişkilerin o dönemde efendi - köle biçiminde örgütlenmiş olan tahakküm ilişkisi tarafından üst-belirlenmiş olduğunu görebiliriz.

   Yukarıda resmedilen anın tüm bu sürecin en kritik noktalarından birisini oluşturduğunu düşünüyorum. Birbirinden farklı kimi zaman da çelişen amaçlar peşinde koşan bir çok insanın kişisel öc alma hedefinin ötesine geçtikleri, sistemin kendisinin bir bütün halinde özgür birer insan olarak varolmalarının önündeki asıl engel olduğunun farkına varıldığı o an. Geçmişiyle olduğu kadar geleceğiyle birlikte düşünülmesi gereken bir an bu. Geçmişlerinden gelen belirli motifler doğrultusunda hareket eden karekterleri olduğu kadar, kendi kaderlerini kendileri çizmek için kolektif bir irade koymuş kadın ve erkeklerin eylemlerini de barındırıyor. 1918 yılında Almanya'da ortaya çıkan devrimci dalga esnasında komünist hareketin taleplerini dile getiren devrimci lider Rosa Luxemburg'un ortaya attığı sorunun cevabını işte bu irade şekillendiriyordu. Sizce de yaşamları çoktan ipotek altına alınmış milyarca insanın artık yeniden bu soruyu sorma vakitleri gelmedi mi?
  
                                           Spartakistler ne istiyor? 

                                           Siz ne istiyorsunuz?   

Posted on 2:57 PM

1 Mayıs ve Taksim

Filed Under (,) By yalçın at 2:57 PM



Vali Güler, 1 Mayıs'ın bu yıl İstanbul'da Taksim Meydanı'nda kutlanacağını kamuoyuna "Üretimin vazgeçilmez unsuru olan emeğin kutsallığı çerçevesinde emekçilerin 1 Mayıs'ın huzur ve güven içinde, demokrasiye yakışır bir şekilde bayram havasında kutlaması en doğal hakları olarak görülmektedir. Bu itibarla 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü'nün ülkemize yakışır bir şekilde tüm sosyal taraflarca barış ve huzur içerisinde demokratik bir olgunlukla kutlanması konusunda bir mutabakat sağlanmıştır.'' ifadelerini kullanarak duyurmuş.*

   Biz de söze şu "emeğin kutsallığı" meselesini ele alarak başlayalım. Kutsallık aşkınsal bir varlığa gönderme yapan bir kavram. Emek ise doğrudan insan ile ilgili, insanın doğa ile ve diğer insanlar ile ilişkisinde ön plana çıkan bir süreci ifade ediyor. Hal böyle iken niçin dilimize açıkça çelişki taşıyan bu tür bir söz yerleşmiş diye sormak gerekiyor. Bu durum sanırım çok uzun süre devam eden bir birikimin sonucu. Birikimin temelinde de emeğin sömürüsü olgusu bulunmakta. Emeğe kutsallık atfedenler, mevcut biçimiyle emeğin toplumsallaşmasından fayda sağlayanlardır. Antik Çağ'da kent devletlerinin varlıklı vatandaşları, Ortaçağ'da aristokrasi ve Modern Çağ'da burjuvazi ya da burjuvalaşmış toprak sahipleri. Bu  liste her ne kadar fazlasıyla şemalaştırılmış da olsa belirli bir eğilimi ortaya koyma gücüne sahiptir. Tüm bu çağlar boyunca üretim araçlarına sahip olanlar ve siyasi iktidarı elinde bulunduranlar için emek "kutsal" olagelmiştir, çünkü zenginliklerinin ve de kudretlerinin yegane kaynağı emektir. Dolayısıyla emeğin kutsallaştırılışını emeğin ürününe el koyan sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları bir mit olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir.

   Egemen sınıfların ideolojilerinin egemen ideoloji haline geldikleri yünündeki marksist önermeyi hatırlayalım.** Bu durum özellikle de zenginliğin kendisinin zenginlik yaratmanın esas prensibi haline geldiği Modern Çağ için geçerlidir. Günümüz dünyasının egemen sınıfları için emek her zamankinden daha da kutsaldır. Emekçi sınıfları içinse her zamankinden daha çok kendi sömürülerini derinleştirme aracı haline gelmiştir. Açıktır ki bu insanlar için emeğin hiç bir kutsal yanı yoktur. Emeğin daha demokratik bir biçimde değerlendiği, daha farklı bir biçimde toplumsallaştığı bir düzenin kurulması bu sınıfların lehinedir. İşte tam da bu noktada, emeğin egemen sınıflar tarafından kutsallaştırılmasındaki ikinci kritik hususla karşılaşıyoruz. Kutsal olanın ilahi adaletin tecellisi olarak kavranması; emeğin, insan üstü olduğu kadar tarih üstü olması. Yani mevcut emek rejimini dönüştürmenin mümkün ve istenir olmaktan çıkarılması.

   Oysa tarihin kendisi bu kutsallık iddiasının yersizliğini göz önüne sermektedir. Köle emeğinin ücretli emeğe dönüşümünü, ya da son 150 yıl içinde kapitalist üretim ilişkileri temelinde şekillenen farklı toplumsal formasyonları düşünelim. Bu dönüşümlerin varlığı kendiliğinden emeğin "kutsal" bir şey olmadığını göstermektedir. Önemli olan kutsallık maskesi ardına saklanan bu tarihselliği emekten yana bir toplumsal düzen doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda öne çıkan isimlerden birinin fikirlerini ele alarak devam etmek istiyorum.

   Antonio Gramsci, 1. Dünya Savaşı yıllarında aktif bir biçimde katıldığı sosyalizm mücadelesini, İtalyan Komünist Partisi'nin kuruluşuna katılarak ve daha sonra bu partinin liderliğini üstlenerek sürdürmüş, yaşamının son yıllarını bu yüzden hapishanede geçirmiş ve aynı zamanda 20. Yüzyıl'ın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir düşünce adamıdır. Fikirlerini ağırlıklı olarak hapishane yıllarında tuttuğu defterlerden öğrenmekteyiz. Bu defterlerde işlenen konuların temelinde 1919-21 yılları arasında yaşanan işçi konseyleri deneyimi, konseyler etrafında oluşan hareketin başarısızlığa uğraması ve faşizmin yükselişi gibi konular bulunmaktadır. Gramsci, işçi konseyleri etrafında oluşan politik harekete yoğun ilgi göstermiştir. Bu ilgi ve desteğin nedeni, işçi konseylerini sosyalist mücadele açısından niteliksel olarak sendikalardan daha üstün görmesidir. Gramsci için sendikalar, kapitalist sistem içinde iş gören kapitalizmin kendini yeniden üretişi ile kavgası olmayan bir örgütlenme biçimidirler. İşçi konseyleri ise işçilerin üretim süreçleri üzerinde doğrudan belirleyici olmalarını sağlayan ve bu niteliği dolayısıyla sosyalist toplumun nüvelerini içinde taşıyan bir örgütlenme biçimidir.*** 

   Gelelim bizdeki 1 Mayıs kutlamalarına. Yazının başında aktarıldığı gibi bu yıl 1 Mayıs'ı nihayet Taksim'de kutlayabileceğiz. Bunu elbette bir kazanç olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Neredeyse kendisi bir gelenek halini almış olan bir mücadelenin ürünü çünkü. Bununla birlikte çok önemli bir mücadelenin başlangıcı olma potansiyeline sahip. Bu potansiyelin gerçekleşebilmesi için, Taksim mücadelesinin niçin verildiğini sorgulamak gerekiyor. "1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamanın kendisi bir amaç mıdır?"  sorusunun yanıtı önemli. Eğer olumlu bir yanıt verecek olursak bu amaca erişmenin coşkusu ve aynı zamanda rehaveti içinde kutlama yapabiliriz.**** Ancak yanıtımız olumsuz ise asıl mücadelenin yeni başladığı fikrini ileri sürebiliriz. Böylelikle 1 Mayıs'ı Taksim'de kutluyor olmanın verdiği kendine güvenle emeğe takılmış olan kutsallık maskesinin yırtılıp atılması için yapılması gerekenleri soruşturmaya başlayabiliriz.

   Yakın tarihimiz düşünüldüğünde 1 Mayıs'ı nerede kutlayacağımız oldukça önemli, ancak nasıl kutlayacağımız da önemli. Hangi somut öneri ve taleplerle bu kutlamayı gerçekleştireceğiz? Bence bugün ile 1 Mayıs günü arasında üzerinde düşünülmesi gereken en önemli soru budur. Benim görüşüm şöyle: Mevcut sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasındaki bağların durumu düşünüldüğünde, Gramsci'nin tanıklık ettiği işçi konseyleri benzeri örgütlenmelerin kurulması, atılması gereken en önemli adım olarak karşımıza çıkıyor.  Dolayısıyla sınıf hareketi ile sınıf arasındaki organik bağı kurmaya yönelik siyasi, hukuki ve kültürel engellerin aşılmasını amaçlayan somut önerilere ve bu önerilerin hayata geçirileceği bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. Umarım bu yılki kutlamaların yaratmış olduğu fırsatı coşkulu kutlamalar ile birlikte emeğin kutsallığını ortadan kaldıracak bu türden somut adımların tartışıldığı bir forum olarak değerlendirebiliriz.

1 Mayıs'ta Taksim'de görüşmek üzere.


Not: Emek Sineması'nın kapatılmasının engellenmesi yönündeki talep, kesinlikle Taksim'de dile öncelikle dile getirilmesi gereken taleplerden bir tanesi durumunda.


*Vurgu bana ait.
** "Emeğin kutsallığı" sözü de bu tür bir ideolojinin dilimizdeki yansıması olarak değerlendirilebilir.
*** Gramsci bu konseylerle, Bolşeviklerin kurmuş oldukları iktidarı dayandırdıkları Sovyet'ler arasında bir paralellik kurmaktadır. Her ikisi de mevcut iktidara alternatif olarak ortaya çıkan kollektiflerdir.
**** 1 Mayıs "açılımı"nı dikta rejiminden çıkışın yaşandığı bir demokratikleşme atılımına indirgemek işçi sınıfı mücadelesini törpüleyen bir tavır olacaktır. Bu yılki 1 Mayıs'ın çok daha köklü gelişmelere gebe olma potansiyelini kaçırmamak gerekiyor.