Dialektik... kritisch und revolutionär
Değerli okur! "Eleştirel ve devrimci diyalektik" Karl Marx'ın ayrıntılı bir açıklamasını yazıya dökme fırsatını asla yakalayamadığı ancak tutkulu bir biçimde bağlı olduğu yöntemini adlandırmak için kullanmış olduğu bir ifade. Ayrıca burada paylaşılan denemelerin dile getirdiği arayışın nesnesini oluşturuyor. Bu arayışı kendini eski metinlerle sınırlayan bir tür ruh çağırma ayini olarak değil içinde bulunduğumuz zamanda bizleri çevreleyen kimi kuram ve pratikleri inceleyerek sürdürmeyi seçtim, çünkü diyalektiğin donuk kalıplar bütününden ziyade içinde bulunduğumuz an'ı kavramamızı sağlayan canlı bir teori olduğunu düşünüyorum. İnsanın hakikati arama çabasında hayat bulan ve bu çabanın evrimine katkıda bulunan bir diyalektik anlayışını paylaşmak dileğiyle...
Posted on 6:05 PM

Matem

Filed Under () By yalçın at 6:05 PM

(Bu yazı 2004 yılının ilkbaharında kaleme alınmıştır.)



Doğduklarında, yaşamak ve paylarını almak istiyorlar yaşamdan, (belki de daha çok ölümün dinginliğine kavuşmak) ve çocuklar bırakıyorlar arkalarında, aynı yaşam payını alacak. 
                                                                                                                                                 Herakleitos



Konumuz  postmodernizm olunca ele aldığımız nesneyi klasik anlamda bir tarihsel dönem olarak incelememiz bir hayli zorlaşıyor. Bu noktada içinde bulunduğumuz anın postmodern iklimin büyük ölçüde etkisini taşıyor olmasının ve bunun sonucunda postmodernizmin karakteristik özelliklerinin tam olarak anlaşılamamasının da etkileri var. Yalnız, postmodernizmi anlamak bu kavramın özsel nitelikleri bakımından da pek kolay bir iş değil. Ancak, belli konularda postmodernizm şimdiden bir çok şey söylemiş durumdadır ve insan, özne ve  tarih konularında açıkladığı görüşler bize yeni bir dönemin paradigmalarını açıklıyormuş iddiasını taşıdığı izlenimini verebilir. Postmodernizmin özgünlüğünü tartışmadan önce  belirtmemiz gereken bu yazıda az önce sıraladığımız insan, özne ve tarih konularını ve özellikle ‘insan’  kavramı çerçevesinde  postmodernizmi tartışacağımızdır.

 Herakleitos dikkatimizi logosun kanunlarına göre yönetilen evrende değişmeyen ve insana özgü bir öze çekmektedir. Yaşamak ve yaşamdan pay almak ve de arkalarında yaşamdan pay almayı amaçlayacak çocuklar bırakmak  insanların diğer canlılardan çok daha kompleks anlamlar yükledikleri olaylardır. Ve bir insan/insan-özne fikrine kaynaklık edecek olaylardır. Ancak biz bugün bu fikrin matemini tutmaktayız çünkü  öznenin ölümüne ve insanın tarih sahnesinden inmekte olduğuna duyulan inanç herhangi bir insan doğası fikrini olası kabul etmediği gibi ideolojik hegemonyasını da tamamen bu tür fikirlerin yapıbozumuna uğratılması aracılığıyla kazanmaktadır.

Postmodernizm her türlü özcü iddiayı altı çizilen özün niteliğine bakmaksızın gözardı etmektedir. Bu açıdan kendi özünün tüm üst-teorilere ve herhangi bir öz iddiasına karşı çıkmak olduğunu ileri sürebiliriz. Yani bunu, postmodernizmin kendi içinde çelişki yaratan ve kendisinin birçok alanda dogmatik önermeler ileri sürmesini sağlayan bir tür idealizmle iç içe geçmiş olduğu anlamında yorumlayabiliriz. Bu yeni idealizm de kültürelcilik adıyla bilinen bir indirgemecilik biçimiyle el ele gidecektir. Bu kültürelcilik aracılığıyla erkeklerin ve kadınların doğal ortak noktaları keskin biçimde değersizleştirilmekte, doğadan her söz açıldığında sinsi bir gizemselleştirilmenin iş başında olduğundan kuşkulanılmakta ve kültürel farklılığın önemi abartılmaktadır (Eagleton, s.27). Özellikle ontolojinin öneminin artması ve kimlik politikalarının ve mücadelelerinin günümüz politikasında oynadığı rolü düşünürsek bu indirgemeci kültürelciliğin ne oranda belirleyici ve hem teorik hem de pratik açısından ne  kadar dışlayıcı olabileceğini görebiliriz.

Farklı kültürlerin tamamen kendi kendilerini doğruladıklarını ve karşılıklı olarak kıyaslanamaz  olduklarını tahayyül eden kültürel görecelikçilik kendi kültürümüzü başkalarının eleştirilerinden yalıtır (zaten belli kültür çevrelerinin varolan hegemonyası bu çevrelerin lehine korunmaktadır). Ve  yoksulların inlemeleri güvenle duymazlıktan gelinebilir (Eagleton, s.147).

 Kültürel değerlerin popülerleştirilmesi yukarıda bahsettiğimiz öz olgusunun ve her türden seçkinciliğin karşısına set çekilmesini başlatmıştır. Öz konusuna tekrar değineceğim ancak şimdi seçkincilik kavramından bahsetmek istiyorum, çünkü seçkincilik de özcülük gibi bir tabu konumuna getirilmiştir, ancak seçkincilik, öncelikle belirtecek olursak ‘elitizm’ demek değildir. Seçkincilik seçenekler karşısında bazı öncelikleri ön plana çıkarmaktır. Peki öyleyse seçkincilikten kaçınan bir radikal politikanın hangi toplumsal güce hizmet etmek anlamına geldiğini sormak gerekiyor. Eagleton’un bu soruya verdiği cevap oldukça sarsıcıdır. Ona göre modern kapitalist toplumlardaki en dehşet verici seçkincilik karşıtı güç tüm ayrımları sığlaştıran tüm derecelendirmeleri tahrif eden ve tüm kullanım-değeri ayrımlarını mübadele-değerinin soyut niteliği altına gömen güç, yani ‘piyasa’dır. Seçkincilik karşıtı söylemiyle çıkılan yolda elde edilen sonuç  toplumun ister istemez piyasa koşullarına göre yapılandırılması sonucunu doğurmaktadır. Seçkincilik karşıtlığının özellikle hedeflenmiş bir derinsizlikle harmanlanması sonucunda da ortaya postmodernizm; geç kapitalizmin kültürel mantığı olarak da anılmaktadır.

Özcülük, şeylerin belirli niteliklerden oluştuklarını, bu niteliklerin bazılarının fiilen bu şeyin kurucusu olduğunu ve dolayısıyla bu kurucu nitelikler dışarıda bırakıldığı ya da radikal ölçüde değiştirildiği takdirde söz konusu şeyin başka bir şey olacağını ya da hiçbir şey olmayacağını belirtir (Eagleton, s.118). Bir şeyin ne ise o olduğunu söyleyen basit bir indirgemecilik anlatısı olmayan özcülük; aslında bir şey ile başka bir şey arasında daima keskin kopukluklar olduğunu, her şeyin kendi hava sızdırmaz ontolojik uzamına kapanarak başka her şeyle bağlantısını kopardığı anlamına da gelmez. Oysa postmodernizm tam da bu yanılgıya kapılıp şeyleri birbirinden kopuk mutlaklıklar olarak tanımlayarak tümelleri ve evrensel olan her şeyi atomize etme görevini üstlenmektedir. Bu atomizasyon sayesindedir ki; şeyler arasında kurulabilecek olası bir tez anti-tez ilişkisinin yerine antitezlerden oluşan bir içe dönük mutlaklıklar kümesi oluşmaktadır. Bu duruma tepki kendini modernizm içerisinde tanımlayan çevrelerden gelmiştir. Tabi ki iletişimsel eylemin bu görecelikçiliğin alt edilmesinde bir rolü olabilir ama bu düşüncenin sınıf çelişkisi ve emek yönüne ağırlık veren bir ekonomi politik sistemiyle birlikte düşünülmesi gerekecektir.

Kısaca söyleyecek olursak özcülük sağ politikaya özgü bir şey değildir. Tarih içerisinde belirli bir özün olup olmadığı ve insanın burada nasıl bir rol oynadığı soruları, ayrıca insan açısından neyin özsel olup olmadığı ve özsel olarak ele aldığımız şeylerin değişime ne kadar açık olduğu sorularına vereceğimiz cevaplar bizlerin politik görüşlerimizdeki farklılıkları elbette yansıtacaktır ama bu soruların sadece sağ politikacılar için tanımlı olduğunu düşünmek pek akla yakın görünmemektedir. Zaten eleştirdiğimiz kavramları tarihsel hatta coğrafi bağlamlarından soyutlayarak eleştirmek postmodern ideolojinin bir hastalığıdır. Bu durum da tamamen Soğuk Savaş sonrasında kendini dünyanın mutlak hakimi olarak adlandıran kapitalizmin iktidarının hangi boyutlara geldiğinin altının çizilmesi için faydalı bir gösterge olarak anılabilir.

Postmodernizmin gazabına uğrayan bir diğer kavram ise tarihtir. Gerçi postmodernin kendisi bir tür tarihselcilik içerir ama teleolojik bir tarih kavrayışından çok uzak bir anlayıştır bu. Ve hiç de çoğulcu değildir. Aslında tarih; değişim ve aynı zamanda sürekliliktir. Ve ayrısal süreçlerden oluşmaktadır. Çok farklı ritm ve tempolarla örüntülüdür ve sayısız özdeşlik içerir. Süreklilik/kesintililik veya ilerleme/gerileme gibi tek bir mantıksallıkla açıklanamaz. Tarihin bağlamları hem kısa ve dar hem de uzun ve kapsamlıdır (Mulhern, s.22). Hem nokta zamanlı hem de akar zamanlıdır. Belli bir dönemi ele alabileceği gibi bir üretim tarzı veya bir dille de bağlamlanabilir. 

Postmodernistlerin özel bir anlam ifade ettiğini yadsıdıkları ve tesadüfi ve kesintili olarak algıladıkları tarih bu iddialara şaşırtıcı bir cevap verecek kadar mahrum kalma ve tahakküm altına alınma örnekleri ve bunların devamlılığıyla doludur. Tarih bugüne dek bir anlamda, mülksüzlerin çok iyi farkındayken mülk sahiplerinin bir bütün olarak farkında olmadıkları bir dizi aşırı durumdan ibaret olmuştur. Mülk sahipleri açısından anormal görünen olağanüstü durumlar, mülksüzler açısından rutin durumlardır. Ama bunu ancak, uç-olmayan bir durumun nasıl bir görüntü arz edeceği konusunda daha önceden bir fikrimiz olması koşuluyla bilebiliriz. Ve bu fikir yalnızca tarihten serpilip gelişebilir tam da; Marksistlerin bu anlatının diyalektik ya da kendi kendiyle çelişkili olduğunu söylerken kastettikleri şey de budur.

Tarih açısından postmodernin ileri sürdüğü bir diğer önemli konu ise norm uç-durum ilişkisidir. Günümüzde bu ilişi uç-durum lehine öyle bozulmuştur ki, neyin aşırılık olarak adlandırabileceğimizi anlayabileceğimiz bir normun ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur. Yani yabancılaştığımız durum konusunda yargı yürütebileceğimiz ölçütlerin de yabancılaşması durumunu yaşamaktayız. Bu yüzden artık dengeye değil yanılsamaya değer verilmekte ve bu yüzden Harvey günümüzde yabancılaşmanın yerini şizofreni almıştır derken çok önemli ve bir o kadar da doğru bir noktaya parmak basmış olmaktadır.                        

Tarihsel materyalist bir bakış açısıyla postmodernizmi ele alan ilk düşünür Fredric Jameson olmuştur. Geç kapitalizmin kültürel mantığı olarak gördüğü postmodernizmi anlamak için Jameson’un yöntemine bir göz atmakta fayda var sanıyorum. Jameson postmodernizmi sermayenin ekonomik düzeninin nesnel dönüşümlerine bağlayan ilk yazardır (Anderson, s. 81 - 95). O, postmoderniteyi hakim üretim tarzının tarihindeki yeni bir aşamanın kültürel belirtisi olarak anlamıştır. Bu nokta tam da Fordist üretim modelinden Post-fordist üretime geçişi teorikleştirmiş ve sermayenin daha da egemen olduğu bu dönemin kültürel mantığı olarak postmodernizm anılmıştır. Bununla birlikte evrenin tamamen doğadan temizlenişiyle birlikte kültür her yanı kaplamaya başlamış ve sektörleşerek metalaşmıştı. Bu durum öznenin deneyimi açısından da yeni sonuçlar doğurmuştur. 60 ve 70’li yılların acı dolu ve  tüm umutları yok eden yenilgisi sonucunda ortaya çıkan postmodernizm tarihin yerine imgesel bir şimdiki zamanı koymuştur. Telekomünikasyon alanındaki gelişmeler sonucunda mekan zaman üzerine hakim kılınmış bir ‘histerik yüce’ miti doğmuştur. Libidinal yatırım ve tüketim çılgınlığı bir tür nihilizmin (liberter ya da anarşist veya ikisi birden) doğuşuna yol açmıştır. 

Kültürel alanda ise görsel olana bir öncelik tanınmıştır. Kurmaca, pastiş ve kurgulanmış yapay geçmişler sanatın tüm dallarında hakim kılınmıştır. Ve sonuç olarak kültürel alanlar arasındaki farklılaşmayı ortadan kaldıracak politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Bu yeni kültürel dönemi öncekilerden ayıran, bu dönemde kültürün başlıca alım satım nesneleri alanına girmesi ve özellikle dönemin siyasal seçkinlerinin de sık sık kültür alanındaki yenilikleri kendi çıkarları doğrultusunda manipule etmeleri; ve bunu sağlamalarına karşı çıkacak bir avand-garde akımın olmamasıdır.

Postmodern kültürün taşıyıcıları ve sermayenin üretiminde aktif rol alanlar özellikle gelişmiş kapitalist toplumların hizmet ve spekülasyon sektörlerinde görev alanlar olmuştur. Bu yeni-zengin çalışan ve uzman kesimin (yuppielerin) üzerinde büyük çok uluslu şirketler bulunmaktadır. Ve bir yandan da geleneksel sınıfların miatlarını doldurdukları ilan edilmiştir. Modernizm zaten aristokrasinin ve doğallığın bitirilişiyle görevini yerine getirmişti, oysa şimdi onunla birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfı ve sermaye iktidarının kadim düşmanı olan işçi sınıfı ise aşılmıştır. Yeni enformasyon toplumunun sınıf çelişkilerine ayıracak vakti yoktur ve bu toplumda üretilen enformatik metaların (enformasyonun kendisi de bir metaydı)  tüketicileri başka dilden konuşan insanlar olmalıdır.

Birçok çalışmada ele aldığı postmodernizme karşı ahlakçı bir bakış açısıyla yaklaşmaktan çekinen Jameson için postmodernizmin eleştirisi ideolojik bir karşı çıkıştı, ancak Jameson bu karşı çıkışın yeterli olmayacağını anladığı için postmodernizmi kavramaya çalışmış ve döneme ilişkin anlayışı bir tür şizofreniden kurtulmak için dönüştürmeye çalışarak ciddi bir diyalektik görev üstlenmiştir.

Başlangıçtan beri açıklamaya çalıştığımız postmodernizm sermayenin yeni bir aşamasında ortaya çıkmış ve klasik anlamda sınıfların sonunun geldiğini ilan ederek tarihin sonuna yaklaştığımızı belirtmiştir. Bunu da imgelere ve derinsizliğe yaptığı vurgularla sağlamlaştırmıştır. Ancak postmodernizmin iddiaları tersinden okunduğunda rahatlıkla görülebilir ki; postmodernizm, modernizme getirilen haklı eleştirilere dayandığını iddia edilerek temelde kapitalizmin içsel diyalektiğinin bir sonucu olan değişimlerin sosyo-kültürel yansımalarını içeren bir mistifikasyon mekanizmasıdır.

60’ların sonunda yükselişe geçen ve 73’te doruk noktasına ulaşan krizler sonucunda zaman mekan deneyimi değişmiş, bilimsel ve ahlaki yargıların bağıntısı konusundaki güven çökmüş , toplumsal ve entelektüel ilginin ana kaynağı olarak estetik etiğe galebe çalmış, imgeler anlatılara göre üstün bir üstün bir konuma yükselmiş, gelip geçicilik ve parçalanma ebedi hakikatler ve bütünsel politikanın karşısında öncelik kazanmış ve dünyayı açıklama çabası maddi ve politik-ekonomik temellendirmeler alanından özerk kültürel ve politik pratikler yönüne kaymıştır. Bu kayış zaman ve mekanın nesnel niteliklerindeki devrimsel değişikliklerin sonucudur. Ve dünyaya bakış tarzımızın değişmesiyle sonuçlanmıştır. Özellikle zamanın mekan üzerindeki önceliğine son verilmiş mekansal açıdan (felsefi olarak ‘Varlık’ın ‘oluş’a göre daha önemli hale gelmesine paralel olarak) mahal-varlık, mekan-oluşa göre daha temel bir anlam kazanmıştır. Jeopolitiğin artan önemi, heterotopia kavramı ve kültürel görecelikçilik maddi temellerini bu olgudan almaktadırlar. Yukarıda sıraladığımız bu gelişimlere genel olarak ‘zaman-mekan sıkışması’ diyoruz (Harvey, s. 270).

Zaman - mekan sıkışmasını aynı zamanda şöyle de açıklayabiliriz; sıkışma zamanın ve mekanın maddi süreçlerden bağımsız olmaması sonucu ortaya çıkar. Mekan oluş bildirmektedir (oysa mahal varlık bildirir ve maddi süreçlerden bağımsız olarak kavranabilir). Bu da zamanın estetikleştirme yoluyla mekana indirgenmesi anlamına geliyor. Bu süreç başta da belirttiğimiz gibi maddi süreçlerden ve toplumsal ilişkilerden bağımsız değildir ve bu yüzden toplumsal ilişkilerin içerisinde barındırdığı iktidar ilişkilerini de yansıtır. Sermaye ve emek arasındaki çelişki ifadesini bu şekilde bulur, ancak zaman mekan ilişkisi bu çatışma dönemlerindeki belirli durumları anlatır, zaman-mekan sıkışması genelde sermayenin hegemonyasını yitirme tehlikesiyle yüzyüze kaldığı, belirsizliğin hüküm sürdüğü patlayıcı zamanlardır. Ve hegemonyanın devamı ancak ve ancak zaman-mekan sıkışması sonucunda iktidarın büyük ölçüde yeniden farklı kurumsal araçlarla sağlamlaştırılması (upgrade) sonucunda mümkün olabilir. 

Modernizmin bünyesinde barındırdığı emek sermaye çelişkisi kapitalizmin zaman-mekan sıkışması yaşamasına neden olmuştur. Daha önce her eylemin bir maddi kaynağı olduğundan bahsetmiştik. Bu maddi kaynak toplumsal ilişkiler bütünü tarafından belirlenmektedir. Ancak emek ve sermaye olgularının temelindeki maddi süreçlerin tamamen birbirlerinin anti-tezi olmalarından kaynaklanan durum Fordist hegemonyanın dahi bu çelişkinin yarattığı toplumsal çatışmanın hakkından gelmesini olanaksızlaştırmıştır. Artık burjuvazinin ve proleteryanın ölümünün ilan edilişi bu çatışmanın bir daha yaşanmaması ve liberalizmin evrensel zaferinin ebediyetinin sağlamlaştırılması amacını taşımaktadır. Esnek üretim, alternatif emek, ürün farklılaştırılması ve enformasyon gibi konuları bu bağlam içerisinde yaşanan dönüşümün ekonomi politiğini incelerken ele alacağız.

Kapitalizmin 20. yüzyılın son çeyreğinde geçirdiği dönüşümü açıklamak için öncelikle herhangi bir kapitalist üretim tarzının üç ana özelliğine değineceğiz (Harvey, s. 199 - 210). Öncelikli olarak söylememiz gereken kapitalizmin yüzünün büyümeye yönelik olduğudur. Karı mümkün kılıp sermaye birikiminin devamını sağlayan ve rekabet ortamı içerisinde büyük bir avantaj kaynağıdır büyüme. Büyümeye duyulan ihtiyaç onun bir erdem olarak lanse edilmesini ve ilerlemenin (ta ki tüm doğallıklar yıkılıncaya ve sermaye evrensel hakimiyetini kuruncaya dek) tarihin özgül bileşenlerinden biri olduğu iddiasını gündeme getirmiştir ve modern çağın temel özelliklerinden biri olarak ilerleme nosyonunun adı sıkça zikredilir hale gelmiştir.

Büyüme emek artı-değerinin sömürülmesine dayanmaktadır. Bu emeğin düşük ücret alması anlamına gelmeyebilir. Önemli olan emeğin yarattığı ile elde ettiği arasındaki farktır. Bu sömürü mekanizması beraberinde sermaye ile emek arasındaki çelişkiyi de getirmektedir ki bu kapitalizmin temel özelliklerinden biridir. Ve belki de en sancılısıdır. Teknolojik ve organizasyonel bakımdan dinamik olmak ise bir diğer özelliktir. Bu dinamizm bir yandan kar maksimizasyonunun sağlanmasını, piyasa koşullarında kapitalistler arası ilişkilerde avantajı sağlarken diğer bir taraftan da işgücü piyasalarında ve emek üzerinde bir denetim mekanizması oluşturmayı hedeflemektedir.

Yukarıda saydığımız çatışma odakları kapitalist üretim tarzının temel özellikleridir, ancak bunlar aynı zamanda zaman-mekan sıkışmasının yaşanmasında da önemli roller üstlenirler. Bunlardan biri veya diğerlerinde yaşanabilecek zaman-mekan sıkışmaları bizlerin dünyaya bakışlarımızda gerçekten köklü değişimler geçirmemize neden olabilir. Nitekim fordist üretim tarzının yerini post-fordist üretime bırakması, yani örgütlü kapitalizmden örgütlenmemiş kapitalizme geçiş de böyle bir dönemde gerçekleşmiştir. Sermaye küresel çapta örgütlenmesini tamamlarken emek cephesinde alternatifler yaratılarak örgütlü emeğin sermaye karşısında gösterebileceği olası bir devrimci tutumun başlamadan engellenmesi amaçlanmıştır. Farklı söylemlerle ve imajlarla böyle bir çelişkinin artık ortadan kalktığı ifade edilmiştir.

Fordist kitle üretiminin büyümeye ve refah artırımına yönelik politikaları sermayenin piyasadaki iktidarını bir süreliğine sarsmıştır ancak savaş sonrasında tavana vuran talep trendi yerini durgunluğa bırakınca planlı ekonomi için çıkmaz bir sokağa atılmış ilk adım gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte 60’ların sonundan itibaren artan emek ve çeşitli türden demokratik taleplerin refah devletinin hegemonyasını son derece zayıflatmış olduğunu söyleyebiliriz. Durumun ciddiyeti dünya çapındaki 30 yılı aşkın yeni sağ iktidarlarının varlığına yol açmıştır. Ayrıca planlama ve organizasyon yönünden de katı ölçek üretimi yeni talepleri karşılayamaz ve gün geçtikçe genişleyen emek cephesini denetleyemez hale gelmiştir.

İşte bu toplumsal koşullar kapitalizmi 29 Bunalımı’ndan sonra yaşanan en büyük zaman-mekan sıkışmasını hazırlamıştır. Kapitalizm yok olmaya yüz tutmuş hegemonyasını yeniden ve daha güçlü şartlar altına kurabilmek için yeni bir ‘düzenleme’ye gitmiştir. Bu düzenleme fordist üretimin özelliklerinin piyasa ekonomisi çerçevesinde hatta piyasayı daha da güçlendirecek şekilde zıt kutuplara dönüştürülmesini kapsamaktadır. Ortaya çıkan yeni esnek üretim tarzına post-fordist üretim denmektedir.

Post-fordist düzenlemenin bazı özelliklerini burada sıralamamız gerekmektedir (Harvey, 202 - 205). Küçük deste üretimi, stoksuz çalışma, üretkenliğin arttırılması, talep tarafından yönlendirilme, taşeron verme üretim sürecinde gerçekleştirilen dönüşümlerdir. Emek açısından ise çoklu görev (Taylorculuğun sonu) prim sistemi-kişisel ödeme, yatay örgütlenme ve uzun iş başı eğitim yeni düzenin getirdiklerinden bazılarıdır. Ve de emek dünyası içerisinde de bir hiyerarşi yaratılmak istenmektedir, öyle ki; kalifiye çekirdek işçiler için yüksek düzeyde istihdam güvencesi sağlanırken çoğunluğu oluşturan geçici işçiler için iş güvencesi ve iyi çalışma koşullarından bahsetmek imkansızdır.

Postmodernizmin zaman üzerinde mekanın zaferini ilan etmiş olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu dönemde yaşanan mekansal kümeleşme ve bütünleşme iş gücü piyasasının farklılaşmasını sağlamıştır. Devlet örgütlenişi açısından ise yeni bir düzenleme (deregülasyon) anlayışının ortaya çıktığını ileri sürebiliriz. Esnek ve sosyal yönü gittikçe zayıflamış olan yeni devlet, ademi merkezileşmeye ve girişimciliğe daha çok önem vermektedir. Piyasalara ise tedarik politikaları aracılığıyla doğrudan müdahale edilmektedir. Uluslararası alanda artan istikrarsızlık jeopolitik istikrarsızlıklardan beslenmektedir. 

Sonuç olarak modernizmin yaratıcı yıkımının yerine bireyselleşmenin hakim olduğu, kaotik bir dünya algılayışı yerleşmiştir. Bunun oluşmasında Aydınlanmacı Akıl’ın ve kapitalist modernleşmenin tıkanması mı yatmaktadır? Yoksa gerçekten yalnızca belli tanım aralıklarında ele alınabilen tamamen bireyin deneyimlerine ve iradesine bağlı olarak yol alabileceği bir kaos ortamında mı yaşıyoruz ve bunu kavramamız bizi öte-anlatılardan uzak mı tutmalı? Herhalde eleştirinin ve eleştirel aklın hiçbir öneminin kalmadığını ileri sürecek kadar da ümitsiz ve dogmatik bir dünyada yaşamıyoruzdur.

Peki nasıl oluyor da buraya kadar tartıştığımız postmodernizm kendisini özgün bir toplumsal formasyon olarak ortaya koyuyor ve meşruiyetini nereden alıyor? Şimdi bu soruları postmodernizmin yukarıda kısaca incelemeye çalıştığımız politik ekonomisiyle ilgili olarak aktardığımız notları aklımızda tutarak cevaplandırmaya çalışalım.

İlk olarak özgünlük tartışmasından başlayalım. Bu yazının boyutları nedeniyle ne yazık ki yeterince ele alamadığımız ekonomi politik konusundaki tartışmalara göz atınca post-fordist dönüşümün iki farklı ayağı olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle değişen ekonominin sermaye boyutunu inceleyecek olursak temel hedefin sermayenin hem üretim hem de tüketim aşamalarındaki devir sürelerinin kısaltılması olduğunu görebiliriz. Fordist üretimin çözemediği çelişkiler sonucu ortaya çıkan aşırı birikim krizinin çözülmesinde sermayenin yapısının esnekleştirilmesinin payı büyüktür. Öyle ki sermaye artık neredeyse ‘hayali’ sermayeye dönüşmüştür. Aslında bu dönüşümün kendisi hayalidir, çünkü para bir değer birimi olarak ve bir mübadele birimi olarak da toplumsal ilişkiler bütünüyle yani belli bir zaman ve mekanla sınırlıdır. Sermayeyi cisimsiz her zaman her yerde olabilen soyut bir varlık olarak algılamak büyük bir hatadır. Kapitalizmin esas çelişkilerinden biri her zaman tüm engelleri aşmasını arzuladığı sermayenin zaman ve mekanla bağlı olduğu gerçeğidir. Günümüzde bunu aşmış olduğunu iddia eden kapitalizm aslında bir aldatmaca yapmaktadır ve bu aldatmaca kapitalizmin önemli bir özü haline gelecektir. Buna sonra değineceğiz ama söylemek istediğimizi farklı bir şekilde ifade edecek olursak kapitalizmin sermayenin devir süresinin hızlandırılmasını meşrulaştırmak için ortaya attığı sanal sermaye fikri temenniye dayalı bir aldatmacadır. Ayrıca bu aldatmaca post-fordist dönüşümün öteki ayağı olan emeğin esnek üretim sürecinde tamamen denetim altına alınması sürecinde de kullanılmaktadır. Zamansal ve mekansal kaydırmalar sonucu iyidiş edilen örgütlü emek soyut sermaye ile başa çıkma konusunda alternatifsiz bırakılmıştır.

Tekrarlayacak olursak post-fordist üretim tarzı aslında kapitalizmin çok bilinen özelliklerinin özellikle refah devleti ve sosyalizm cenderesinden kurtarılıp bir takım kurumsal yeniliklerle birlikte piyasaya sürülmüş halidir.

Şimdi gelelim ikinci soruya. Eğer şu anda hiç de abartıldığı kadar özgün bir üretim tarzı koşulları altında yaşamıyorsak nasıl oluyor da postmodernizm kendisini bizim yaşamla ilgili tüm algılarımızı tamamen değiştirebilecek bir meşruiyet zemini yaratabiliyor?

Bu sorunun cevabını verebilmek için iki farklı düşünürün fikirlerine atıfta bulunmamız gerekmektedir. İlk olarak Daniel Bell ve enformasyon toplumu fikrini kısaca ele alalım (Kumar, s. 14 - 15). Bu teoriye göre artık klasik anlamdaki sermaye önemini yitirmiştir ve yeni toplumda yönünü bulabilmek ve toplumsal bir faaliyette (politika, üretim, sanat, vs.) bulunabilmek için kişinin esas olarak ihtiyaç duyduğu şey enformasyondur. Bu enformasyondur ki, bilimsel bilginin metalaşmış halidir ve meta olduğu kadar aynı zamanda diğer metaların oluşması için kullanılan üretim faktörleri arasına girmektedir. Bunun sonucunda kendine has statüler ve çelişkiler yarattığı gibi toplumsal ilişkilerin yeniden ve yeniden üretilmesinde çok önemli hatta en önemli bir rol oynamaktadır. Ve tabii ki beraberinde enformasyon toplumu teorisyenleri tarafından tersi düşlense de bir çok kompleks iktidar ilişkilerini de getirmektedir, mesela istihdam kapasitesinin sınırlı kaldığı ve iş güvencesinin azaldığı bir ortamda telekomünikasyon araçlarını kullanabilen ve gerekli teknik eğitime sahip kişilerle emek kesiminin genelinin rekabete girebilmesi ileri kapitalist ülkelerde dahi pek mümkün görünmemektedir. Bu sadece basit bir örnektir ve enformasyonun kullanımı ve üretimi esnasında daha büyük çatışmaların meydana geleceğini göstermektedir.

Burada anacağımız diğer düşünü ise yine Jameson’dur. The Cultural Turn adlı kitabında şöyle söylemektedir (Anderson, s. 152) :’ … bugün, imgenin evrensel metalaşması güzelliği soğurmuş, kurulu düzenin sahte cilasına dönüştürmüştür. Günümüzün metası imgedir (image), bu yüzden güzelliğin, ticari üretimin mantığını olumsuzlamasını beklemek boşunadır, bu nedenledir ki bugün bütün güzellikler aldatıcıdır.’ Altını çizmek istediğimiz şey günümüzün metasının imge olduğudur. Yukarıda enformasyon ile ilgili olarak söylediklerimiz aslında imge için de geçerlidir. Bu ikisi de mevcut iktidar tarafından belirlenmeye mahkumdur ve bu halleriyle toplumun manipülasyonu için paha biçilmez birer araçtır. Bir anda tüm dünyayı kaosa çevirebilecek ya da binlerce kilometre ötedeki bir ulus-devleti bombalayacak kadar da güçlü olabilirler. Enformasyon ile imge (image)ın birlikteliğine kısaca emaj diyelim. Emajın üretimi, genel üretim faaliyeti içerisinde oynadığı rol, diğer üretim faktörleriyle arasındaki ilişki, ve ortaya çıkardığı çelişkiler uzun uzun tartışmaya değer. Ancak burada bu kavramın insanların dünyayı algılayışında ve insanın algılanışında meydana getirdiği farklılıkları vurgulamak ve buna karşı bir alternatif oluşturulup oluşturulamayacağını tartışmak istiyorum.

Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi postmodernizm bir tür plebleşmeyi ortaya çıkarmaktadır (Anderson, s. 155): Ancak bu plebleşme sınıflar arası uzaklığın kapanması, toplumsal farklılığın topyekun ortadan kaldırılması  olarak değil, kolektif imgelemde herhangi bir öteki ulamının silinmesi ya da bastırılması olarak gerçekleştirilmesidir. Postmodernizm günümüzde Reform’un Rönesans için olan anlamını modernizm için ifade etmektedir. Bu anlam yaygınlaşma ve sulandırmadır. Ancak aradaki fark Reform’un imgeleri kırıcı etkisine karşın postmodernizmin çok daha negatif bir diyalektik süreci ortaya çıkarmasıdır. Modern kültür bayağılaştırılıp sulandırılarak yaygınlaştırılmaktadır. Nicelik niteliğin yerini alırken kültür, politika ve felsefe tüm eleştirel niteliğini kaybetmektedir.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız türden bir plebleşmeyi (öznesizlik olarak da algılayabiliriz) tabana yaymak için enformatik imgelerin (emaj) önemli bir işlevi vardır. Postmodern kültür aracılığıyla seçkinciliğin yok edilmesi ve artan yüzeysellik insanları pasif ‘yupi’ler haline getirilmesine yol açmaktadır. Bununla birleşen bir gelip geçicilik ve anti-didaktiklik, zeminsizlik ve farklılıkların büyük ölçüde mutlaklaştırılması insanları gerçekten sanal bir dünyaya ait olduklarına inandırmaktadır. İşte bu noktada emaj dediğimiz şeyin üretilmesi ve tüketimi insan, özne ve tarih bilinçlerinin silinmesine ve hatta etnik ve cinsiyet gibi kültürel kimlikler haricindeki tüm kolektif kimliklerin yok edilmesi misyonunu yerine getirmektedir. 

Kendi aklı, bilinci ve iradesi kapsamında eyleyen öznenin yerine imgeler tarafından belirlenen, bireyselleştirilen bir insan tipolojisiyle karşı karşıyayız. Bırakın toplumsal ilişkiler bütünü tarafından koşullandırılmış bireyi, kendi iradesi dışında aklına ve toplumsal bilincine bile güvenemeyen şizofren bireyle karşı karşıyayız. İradenin de yeni toplumsal düzenin kitlesel metası haline gelen emaj aracılığıyla rahatça manipüle edilebildiğini düşünürsek durumun hiç de ferahlatıcı olmadığını anlayabiliriz. 

Bir an için durup postmodernin ontoloji anlayışının altını çizmek için Eagleton’a söz verelim (Eagleton, s. 47): ‘Postmodernizm politik açıdan farklılık, çoğulculuk, ve kültürümüzün alacalı bulacalı doğasını hoşnutlukla karşılamamız gerektiğine inanır ve bazı postmodernistler de dünyanın belirli bir varoluş tarzına sahip olmayışını tüm bunların “ontolojik” gerekçesi olarak sunar. Daha sonra bu ontoloji, dünyanın var olma tarzına (farklılık ve özdeşsizlik) uygun olarak yaşamamız gerektiğini ileri sürerek etiğini veya politikanızın temellendirilmesini önerir.’ Buradaki çelişki hiçbir birliğin ve özdeşliğin olmadığı bir dünyada bizden belli bir var olma tarzına uygun olarak yaşamamızın beklenmesidir. Bu tarz çelişkiler ve tarihin teleolojisi fikrinden kaçış günümüzde insan doğası fikrini yok etmiştir. Şizofreninin temelleri de buralarda aranmalıdır.

İnsan doğası düşüncesi ile ilgili olarak bir alternatife sahip olup olamayacağımızı tartışmaya geçmeden önce  son bölümde söylediklerimizin bir tekrarını yapmakta fayda var sanıyorum. Fordist üretim tarzının içine girdiği birikim krizi post-fordist üretim tarzına geçilmesine yol açmıştı. Bu dönemde enformasyon ve imge genelde iç içe geçmiş bir halde (emaj) üretim faaliyetinin temel aktörü haline geldi ve yepyeni statülerin ve çelişkilerin kaynağı oldu. Kapitalizmin girdiği bu yeni dönem insanın algılarında önemli değişikliklere yol açtı ve bu tamamıyla doğallıktan sıyrılmış dönemin kültürel mantığı da postmodernizm adını almıştır. Postmodernizm insan doğası fikrini tamamen reddetmektedir ve enformatik imgenin kitleselleşmesiyle tamamen sanal zevklere ve ‘gerçekliklere’ dayalı bir toplum kurma yolunda ilerlemektedir.

Postmodernizmin bu yanılsamalarına karşın tarihi bir tür teleolojik yaklaşımla açıklayan tarihsel materyalist öğretinin bu konuda çok daha verimli fikirleri olduğunu söyleyebiliriz. Tarihi bir sınıf savaşımları bütünü olarak algılayan Marksizm sosyalizm fikrini insanların kendilerini gerçekleştirebilecekleri, kendi ihtiyaçlarına cevaplar üretebilecekleri ve kendi toplumsallıklarını örgütleyebilecekleri bir proje olarak ortaya koymuştur. Ancak Marksist yazın içerisinde de insan doğası fikrine muhalefet eden akımlar mevcuttur. Ama yine de Marksist öğretiyi takip ederek postmodern insan tahayyülüne karşı alternatif materyalist bir insan anlayışı yaklaşımı gerçekleştirmek mümkün olabilir.

İnsan doğası diye bir şey olmasaydı nasıl olurdu da yabancılaşmadan, meta fetişizminden ve enformasyon/imge bombasından-şizofreniden bahsedebilirdik. Eğer insan sürekli parçalanıp farklı bağlamlarda birleşen yapılar tarafından oluşturuluyorsa bu yapıların oluşumlarına yön veren bir insandan bahsetmememiz bir tür idealizm değil de nedir? İnsanların kendini gerçekleştirme isteklerini yerine getirebilecekleri bir toplumu teorize edebilmek için öncelikle nasıl bir insan doğası anlayışını reddetmek zorunda olduğumuzu belirlemeliyiz. Zira insan doğası fikri kabaca insanların ortak ve değişmeyen özelliklerine atıfta bulunmaktır. Yani bir öz kavramına baş vurmaktır, ancak bu öz kavramını rasgele seçebilme gibi bir lüksümüz yok; bugünden yola çıkarak geçmişimizi kaplayan ve yüzü geleceğe dönük bir özgürleşme kuramı tüm bu süreci kapsayacak ve açıklayacak parametreleri kullanmak zorundadır ve salt ethik değerlere ve bilimsel bilgiye göre değil aynı zamanda ulaşılması gereken, arzu edilen geleceğe göre de inşa edilmelidir. İnsan doğası fikrinin ve buna yönelik bir teorinin diyalog içersinde yürümesini bu şekilde sağlayabiliriz. 

İnsan doğası denince genelde dini teolojilerin veya idealist felsefenin kurguladığı ‘İnsan’ aklımıza gelmektedir. Bu anlayışları incelediğimizde din öğretilerinin insanın doğasını dıştan belirleyerek önceden verilmiş bir insan doğasının mevcudiyetini dayattığını, İnsan ideasının ise tüm insan varlıklarından soyut genellikle ancak belli sayıdaki şanslı kişilerin ulaşabileceği bir dışsallığı belirttiğini görebiliriz. Oysa bize düşen insan doğasını onun varolan tabiatına göre  algılamaktır. Örneğin Hristiyanlık bizi vücudumuzun ve tabiatımızın hakimiyetinden kurtarmak  ve bizi tabiyatın belirleyiciliğinden bağımsızlaştırmak ister (Geras, s. 66). “Böylece bizi belirleyici bir yabancı güce, bir prangaya, insana karşı cebre, ruhun özerkliğine karşıt bir bağımlılığa” göre tanımlayan bir insan doğası anlayışı koyar.

Şimdi bizim burada ele alacağımız insan doğası anlayışının iki ayağı vardır: Fizyolojik ve toplumsal. Toplumsal süreçlerin ve insan organizmasının ortaya çıkardıkları ihtiyaç ve gereksinimleri göz önünde bulundurmak insan doğasının belirli üretim tarzları çerçevesinde ne şekilde görünebileceğini  anlayabilmemiz konusunda yararlı olabilecektir.

Öncelikle fizyolojik gereksinmelerden yola çıkacak olursak, insanın doğal olarak kendisine fizyolojik  gereksinimleri karşılayabilmesini sağlayabileceği bir yaşam alanı oluşturma zorunluluğunun altını çizmeliyiz. Bu yüzden fiziksel ve mental kapasitesini kullanabilecek ve geliştirebilecek yaratıcılığa, yani üretkenlik  (sınırlı da olsa bilinçli olarak ihtiyaçları doğrultusunda üretim yapabilme kapasitesi) özüne sahip olma insan doğasının vazgeçilmez bir bileşenidir. Ancak bu üretken kimlik insanların hayatlarını tek başlarına devam ettirebilmeleri için yeterli olamadığı gibi, onun insan doğasının yegane belirleyici özelliği olduğunu ileri sürmek de yanlış olur, çünkü bir çeşit toplumsallaşmadan bahsetmeden insan doğasından da bahsedebilmemiz mümkün gözükmemektedir.  

Son olarak insan doğasının toplumsal bütünlük içinde ortaya çıkan özelliklerinden bahsedelim. İnsan doğası tamamen toplumsal ilişkiler tarafından belirlenen bir süreç değildir. Toplumsal ilişkiler ile insan doğası dediğimiz özelliklerin karşılıklı etkileşimi farklı görüngüleri ortaya çıkarabilir ve bu da bizi bir insan doğası düşüncesinin var olmadığı anlayışına sevk edebilir. Ancak bu görüş sadece insan doğası kavramının özü olarak kabul ettiğimiz şeylerin genellikle statik anlamlar taşıyan yada iyilik, günahkarlık, vs. gibi değer yargıları taşıyan göreceli kavramlar olmasından kaynaklanır. Oysa ki nasıl fizyolojik gereksinimlerden yola çıkarak insanlara üretken bir öz atfettiysek, şimdi de toplumun sürekli olarak yeniden üretilmesini sağlayan, teknik ve doğal değişimler karşısında insanlara adapte olabilme imkanı veren ve de kısaca değişimi içinde barındıran bir kimlikten bahsetmeliyiz. Benim burada önereceğim kimlik devrimciliktir. Tarih boyunca insanların bir araya gelme yöntemlerinin ve kurallarının eşitlik ve özgürlük emellerinin gerçekleştirilmesi yönünde yenilenegelmesini açıklayabilecek en uygun öz de budur. 

Elbette yaptığımız tanımın eksik yönleri olacaktır, bu insan organizmasının, psikolojisinin ve toplumsal ilişkilerin (çünkü bizi belirleyen odur) oldukça kompleks süreçler olmasından kaynaklanabilir. Ancak ve aynı zamanda bu eksiklik insan doğasının kendisinin eksikliklerinden ya da insanın yapabileceklerinin sınırlılığından da kaynaklanıyor olabilir. Yine de şunu söyleyebiliriz ki; insan doğasının varlığı ya da içeriği; toplumun, farklı çıkar gruplarının birbirinin kurdu olduğu (korkunç) kabulünden sıyrılıp; bir an için,  dünyanın yaşamlar arasındaki gönüllü bir birlikten ibaret olduğunu veya olması gerektiğini algılamadıkça tam olarak anlaşılamayacaktır. 
  

Kaynakça:
* David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metis
* Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı
*  Perry Anderson, Postmpdernizmin Kökenleri, İletişim
*  Norman Geras, Marx Ve İnsan Doğası, Birikim
*  Krishan Kumar, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Dost

1 comments

Anonymous on May 26, 2011 at 3:57 AM  

tum blogu okumaya oldukca iyidir