Anlam dünyamızı sömürü ve iktidar gibi olumsuz tözler üzerine kurma zorunluluğunun ötesine; olumlu olanın, hem çoğul hem de birlikte olanın anlamlandırdığı bir dünyanın kuruluşuna açılan kapıdır devrim...
Malumunuz entellektüel camiamız son yıllarda iki ana kampa ayrışmış bulunmaktadır: cumhuriyetçi/ulusalcı kamp ve (sol) liberal/muhafazakar kamp. Kıbrıs meselesinden Avrupa Birliği üyeliğine, Kürt sorunundan nolacak bu demokrasinin hali tartışmalarına kadar iç ve dış siyasetin (çok da anlamlı değil ya, yine de meseleleri basitleştirmek için kullanıverdim) hemen her başlığında zıt tutumlar sergileyen bu iki kamp üyeleri muhteremler, konu toplumsal sınıflar meselesine geldiğinde "ıssız" bir biçimde ortak bir tavır sergilemektedirler. "Bizde toplumsal sınıflar yoktur" cümlesi, her iki tarafın da okuma yazmayı sökme aşamasındaki birinci sınıf talebesinin ezberlemek amacıyla okuma fişlerini heyecanlı bir biçimde tekrarlayıp durması misali dile getirdiği ortak tavırı yansıtmaktadır.
Hatta bir adım ileri giderek bu tavrın daha derin bir ortaklığın göstergesi olduğunu iddia edebiliriz. Her iki taraf da bizde toplumsal sınıfların olmamasından aslında işçi sınıfının olmadığını anlamaktadır. Bunlara göre iyi kötü bir burjuvazinin varlığından söz etmek mümkün ve gereklidir, ancak memleketteki işçi ve yedek işçi ordusunun varlığının bir işçi sınıfının var olduğu biçiminde anlaşılması abesle iştigaldir. İlk kamptakiler için memleketin dört bir yanının demir ağlarla örüldüğü o güzelim yıllarda sınıfsız ve kaynaşmış bir toplumun temelleri atılmıştır, ancak bu temel atma işi devlet teşebbüsleri ve nasıl oluyorsa devlet eliyle yaratılan milli burjuvazi tarafından gerçekleşmişti. Bu yüzden mesela özelleştirilen kamu teşebbüslerinin küresel sermayedarlar yerine bu kesim tarafından satın alınması gayet savunuluabilir bir şeydir, çünkü bunlar Türk modernleşmesinin esas çocuklarıdırlar. Diğer kamptakilerse bu menşei karanlık (servetinin kökeni kimi alıkoymalara vs. dayanan) ve milletten kopuk dark side turfanda burjuvazinin karşısında, Anadolu'nun bereketli yaylalarında güneş altında semiren aydınlık - light side (siz "nur"lu olarak da anlayabilirsiniz) otantik burjuvazinin kazanmakta olduğu zafere alkış tutmaktadırlar. Otantik burjuvazi, otantik sivil toplum otantik demokrasi ve otantik dünya devleti demektir ne de olsa. Zamanında başına devlet kuşu konmamış olan ve günümüzde milletçe gerçekleştirdiğimiz küresel atılımdan nemalanamayan çoğunluk ise bir kesim tarafından "halk" diğeri tarafından da "millet" olarak adlandırılarak sınıfsal kimliği mistifize edilmektedir. Cumhuriyetçilerin pozitivizm esinli solidarist - dayanışmacı mantığı sınıfların çelişen çıkarlarını görünmez kılmayı amaçlarken, liberal/muhafazakar ittifakın postmodernizm soslu küreselleşmeci toplum görüşü ise diğerleri gibi sadece ulus çapında değil bizde ve her yerde olmak üzere toplumu "kadın ve erkeklerin toplamı"ndan oluştuğunu*, proleterya gibi kavramlara elveda denilmesi gereken bir dünyada yaşadığımız görüşünü savunmaktadır. Böylece her iki ideoloji kardeşçe işçi sınıfının varlığını yadsıma stratejisini uygulamaktadırlar.
İşçi sınıfının özbilince sahip bağımsız bir siyasi özne olarak var olması meselesi sadece egemen sınıfların tartıştığı bir konu değildir. Bu konu sosyalistler tarafından da tartışılagelmiştir. İşçi sınıfının devrimci bir özne haline nasıl geleceği sorusu yoğun bir biçimde tartışılmıştır. Rosa Luxemburg bu konuda kendiliğindenci bir yaklaşımı savunurken bilindiği gibi Lenin bilincin işçi sınıfa öncü bir kuvvet tarafından dışarıdan taşınması gerektiğini savunmuştur. Avrupa'daki devrimlerin geri çekildiği bir dönemde kaleme alınan Tarih ve Sınıf Bilinci adlı yapıtında Lukacs, işçi sınıfına tarihin öznesi ve nesnesi olma özelliğini atfetmiş ve bu özelliğe uygun bir bilinç geliştirildiği taktirde devrimin başarılı olabileceği fikrini öne sürmüştür. Toplumsal gerçekliği salt düşünce gücü ile dönüştürme çabası bakımından ancak Alman İdealizmi olarak adlandırılan felsefe akımının yapıtları ile karşılaştırılabilecek bu muazzam eser Batılı marksistler tarafından uzunca bir süre tartışılmıştır.
Bu tartışmalar içerisinde öne çıkan bir kavram çiftinden bahsetmekte fayda var. Marx'ın kendisinin pek de itibar etmediği, hatta olgunluk dönemi denilen çalışmalarında hiç yer vermediği kendinde ve kendi için sınıf kavram çifti bizim için bugün geçmişte olduğundan daha yararlı olabilir. Geçmişte kendinde sınıf uğrağı doğrudan veri olarak kabul edilip, kendi için sınıf uğrağına geçmenin her koşulda geçerli olabilecek yöntemlerinin keşfi için uğraş veriliyordu. Bugün ise burjuva sınıfının entellektüelleri işçi sınıfının varlığının bile söz konusu olmadığı görüşünü dile getirmekteler. Bu da sosyalistleri kendi için sınıfı yaratacak kurgular peşinde koşmayı bırakıp sınıfın kendindeliği üzerine yoğunlaşmaya zorluyor. İşte bu aşamada kendinde sınıf kavramı sınıfın politize olmadığı durumlarda dahi üretim sürecindeki konumlarından ve deneyimlerinden yola çıkarak sınıfın tüm somutluğu içerisinde ortaya çıkarılması ve örgütlenmesi için bir olanak sağlamaktadır.
Bugün sistem karşıtı hareketler içerisinde sınıf paradigması yeniden güçleniyor. Oysa egemenler açısından sınıfı dile getirmek hala havadan sudan muhabbet etmek anlamını taşıyor. Bu havadan ve sudan muhabbetin önemini kavramaktan uzaklar çünkü meselenin yalnızca tek bir yönünü kavrayabiliyorlar, sınıfı yalnızca hava ile özdeşleştiriyorlar. Daima içinde bulunduğumuz ancak duyu organlarımız aracılığıyla kavraymadığımız nefes alışımızın otomatikliği içinde varlığını unuttuğumuz pis metropol havası ile. Ancak bu ağır havanın yerini bol oksijenli dolayısıyla yanmaya müsait taze havaya bırakması son derece muhtemel. O zamana kadar sınıfın etkinliğini farkına varsak da varmasak da su biçiminde sürdüreceğini unutuyorlar, tıpkı denize ulaşmak için kendi yolunu açan ırmak ya da ilk bakışta gücünü anlamaktan yoksun olduğumuz ancak koskoca kıtaları biçimlendirme kudretine sahip olan okyanus dalgaları gibi...
*Neoliberal iktidarların öncülerinden Thatcher'in sarfetmiş olduğu bir söz.
Posted on 6:15 PM
niçin ikinci bir Rust In Peace yapılmaz?
Filed Under
(popüler kültür)
By yalçın
at
6:15 PM
Her sanat eseri ünik(unique)tir. Evet her sanat eserinin kendine özgü diğerlerine benzemeyen bir yönü vardır, ancak bazılarının daha çok vardır. Ben kendimce en eşsizlerinden biri olduğunu düşündüğüm bir albümü seçtim ama kuşkusuz benzer eşsizlikte eserler de mevcuttur. Rust in Peace yerine pekala, Ten, Ok Computer, The Blackening vs. de yazabilirdim, fakat soru yine de aynı kalacaktı. Adını yazdığımız bu eseri diğerlerinden daha eşsiz kılan özellik nedir? Fazla uzatmadan - belki de ilk bakışta son derece klişe bir görünüme sahip olan - cevabımı paylaşayım: İnsan ruhunun derinliklerine ulaşmaktaki ustalıkları. Burada insan ruhunun derinlikleri dediğimiz şeyden ne anladığımız önem kazanıyor. Birkaç milenyumluk bir soruya verilecek genel geçer bir cevabım olduğunu iddia etmeyeceğim ancak bu kavramdan ne anlamamamız gerektiği hakkında bir şeyler söyleyebilirim. İnsan ruhunun derinliğini sadece kişinin bireysel derinliği, bireysel dünyasının en altta yatan dışarıya tamamen kapalı olan alanı ya da en derin duygu ve düşüncelerinin yer aldığı bir katman olarak ele almaktan vaz geçmekte yarar var. Ruhlarımızın derinliklerinde tabi ki gündelik yaşamın yüzeysel meselelerinden daha karmaşık düşünceler, ulu orta paylaşmaktan kaçındığımız yoğunluktaki duygular yer almaktadır, ancak görünenin aksine bunlar bizi dışa kapayan mutlak kişisel öğeler olmaktan çok diğer insanlarla bir araya gelmemizi sağlayan kendimizi onlarla birlikte var etmemizi mümkün kılan; kısacası onlarla ortak paylaşım alanımız olan biricik evrenselliğimizdir. Asıl evrenselliğimiz olan bu derinliği dışarı kapamayı seçenler bizleriz. Özümüzün diğer insanlarla ortak noktaları olan bu derinliği diğerlerine açmamızı yasaklayıp, onlara sadece bizi diğerlerinden ayıran ihtiyaç ve arzularımızı yansıtmamızı emreden günümüz ideolojisine yenik düşenler ve bu durumun doğurduğu "modern dönemin sancıları"ndan muzdariplikten sorumlu olanlar bir yönüyle bizleriz.
Her şey değişir. Çağlar boyu tekrarlana tekrarlana vuruculuğunu yitirmiş ancak aslında çok da anlamlı olan bir söz daha. Bu sözü dile getirmemin nedeni, insan ruhunun derinliklerini belirli estetik biçimler aracılığıyla diğerlerine açmayı başarmış olan sanatçının bunu niçin daha sonra niye beceremediği ya da daha önceki seferde olduğu ölçüde beceremediği sorusuna vereceğim yanıtla ilgili. Evet her şey değişir, müzikte kabul edilen estetik kalıplar da müzisyenin kendisi de zaman içinde değişmektedir. Bizim açımızdan kritik olan, bu değişimin hangi aşamada sanatçıyı bize sunduğu evrensellikten uzaklaştırdığını kavrayabilmek. Burada müzik piyasasında başarı elde etmiş bir grubun büyük şirketlerle sözleşme yaptığı ve bu tür şirketlerin müziğin yapımı sırasında güncel beğenilerin dikkate alınması konusunda gruplara baskı yaptığı argümanı dile getirilebilir. Haklılık payı olabilir, ama bu sorumuzu tam olarak yanıtlamaktan oldukça uzak bir argüman, çünkü Megadeth'in Capital Records'tan ayrılıp mainstreamdan ayrı duran bir plak şirketi ile anlaşması sonrasında yaptığı dört albüm de Rust in Peace kalibresinde değil. Ve de biliyoruz ki Dave Mustaine amerikan yönetiminden ve dünyanın gidişatından en az soğuk savaşın sonlarında olduğu kadar hoşnutsuz. Ayrıca grup şimdiki haliyle yetenek olarak son dönemlerdeki en üst seviyede. Peki o zaman onları tam da old school metale ilginin canlandığı bir sırada yeni bir Rust in Peace'i üretmekten alıkoyan değişim nerede?
Hayat insanı duyarsızlaştırır. Son bir klişe daha, bakalım üç klişeden manalı bir şeyler çıkarabilecek miyiz? Sıklıkla karşılaştığımız, içten içe bizi kemiren ve bitmek bilmeyen bir rahatsızlık kaynağı olan şeylerle karşı karşıya kalıyoruz. Kendimize ya da başkalarına yapılan haksızlıklardan, adaletesizlikten tutun da, insan rasyonalitesinin en son model alametifarikası olan toplumsal sistemimizin altında gizliden gizliye işleyen saçmalıkları - her daim iş işten geçtikten sonra - idrak edişimize değin dayanamayacağımız olumsuzluklara karşı geliştirdiğimiz bir savunma mekanizmasıdır duyarsızlaşma. Tabi her duyarsızlaşma aynı zamanda biraz da duyarsızlaştırmadır, duyarsızlaşanın duyarsızlaştığı şeyden nemalananlar tarafından gerçekleştirilen. Duyarsızlaşma dediğimiz şey aynı zaman insan ruhunun derinlikleri ile de yakından ilgilidir. İnsan ruhunun bizi diğerleri ile bir araya getiren onlarla karşılıklı yapıcı ilişkiler kurmamızı sağlayan dışa açık olma boyutunu öteler. Biz yine bildiğimiz bizizdir, ama artık başkaları için ya biz diye biri yoktur, ya da o bildikleri bizin yerinde yeller esmektedir artık, çünkü yüzeydeki ben ile ruhumuzun derinlikleri arasında kurmuş olduğumuz kanallar artık tıkanmış çorak bir varoluş içine hapsolmuşuzdur. Böylelikle bizi diğerlerinin yoldaşlığından ayrı koyan duyarsızlaşma tam tersi bir etki yaratarak içinde yaşadığımız dünyanın çelişkileri ile tek başına başa çıkmaya zorlar bizleri. Geriye de tek çare kalmıştır, bu deveyi gütmek. Bazıları bu ddeveyi gütme işini bilinçli bir şekilde hatta bazen zevk alarak yapar ve kendilerinden emin bir görüntü verirler etrafa, diğerleri ise duyarsızlaştıklarının zar zor farkındadırlar. Geçmişte kendilerini başarıya taşıyan eserlerin üretim sürecinde faydalandıkları ve bu ürünlere biçim vermiş olan yöntemleri tekrarlayıp dururlar, ancak içerik daima eksik kalmakta ve kullanılan yöntemlerin benzerliği de bu yüzden işe yaramamaktadir. Üç demiştik ama dördüncü bir klişe ile karşı karşıyayız, yöntem ile içerik birbirini karşılıklı olarak belirler.
Her biri insanın evrensel duygu ve düşüncelerinin ortaya konulduğu ender parlama anları olan bu eserlerin istisna olmaktan çıkması içinse bize gereklilik kipinde kurulan cümleler kalmaktadır: yukarıda bahsettiğimiz "kanallar"ı açık tutmalı, derinliğimizi kendimize ve diğerlerine kapamamalı, hayatın bizi duyarsızlaştırmasına karşı çıkmalı, bir araya gelmeli, mücadele etmeli...
anlamak, öğrenmek, kavramak vs. çok tartışmalı kavramlar. Bu kavramları ve ifade ettikleri eylemlerin nesnesini oluşturan bilgi vs. diğer bir takım kavramı da tartışmalı kılan post-modern iklimin varlığından hoşnut olup olmamak bir yana; böylesine yoğun tartışmaların içinde sosyal teoriye ilişkin laflar etmeye çalışmak kimi zaman cesaret kırıcı hatta yılgınlık verici olsa da, bu tür temel meselelerin tartışmaya açık olduğu bir ortamda yaşıyor olmak aslında hiç de fena değil. Kökene ilişkin meselelerin tartışılabilir olması aynı zamanda bu meselelere ilişkin sanıları da dönüştürülmeye açık kılıyor. Çeşitli olumsuz koşullar nedeniyle fikirlerin dönüştürücü gücüne muhtaç olduğumuzu düşünürsek* aslında eleştirel ve devrimci bir düşünce tarzını canlandırmak için önümüzde bir çok olasılığın var olduğu anlamına geliyor.
Fazla uzatmaya niyetim yok ancak yine de tartışmak istediğim şey öğrenme kavramı ile ilgili. Daha çok öğrenmeye bakışımızla ilgili. Nöroloji, psikoloji ve felsefe gibi bir çok farklı ve hatta - rakip diyebileceğimiz bir dünyada yaşamadığımız için - hısım olarak adlandırabileceğimiz alanda öğrenme konusu ile ilgili çeşitli yaklaşımlar mevcut. Bunların büyük bir kısmına hakim olmamakla beraber; şöyle bir yaklaşımın hakim olduğunu düşünüyorum: öğrenme pozitif süreçtir. Bununla kastım öğrenmenin bilgi ya da fiziksel yetiler açısından nicel bir artışı ifade etmesi, öğrenmenin konusunu teşkil eden meseleye karşı önceden girişilen yanlış tutumun - önceden hiç bir meylin olmadığı durumlar da söz konusu olabilir - yerine doğru olanın geçirilmesi olarak anlaşılması.
Diyalektik konusunda usta olan düşünürlerin sıkça kullandıkları yadsıma, olumsuzlama ya da değilleme gibi kavramların varlığından da cesaret alarak bu yaklaşımın sorgulanması gerektiği yönünde görüş bildirmek istiyorum. Bunu bir hatırlatma olarak da algılayabilirsiz. Bana öyle geliyor ki, öğrenme dediğimiz şey; varolmayanın ya da yanlış biçimde varolanın yerine doğru, aslına tamamiyle sadık bir varolanın geçirilmesi - diğer bir deyişle sürekli olarak sıfırın yerine bir tür birin geçirilmesi - değildir. Daha ziyade diğer insanlarla ya da nesnelerle (kendi zihnimizi ve bedenimizi de dahil etmeliyiz) kurduğumuz ilişkiler ki Marx bunu bilinç olarak adlandırmaktadır, dahilinde yaratılan potansiyelin realize edildiği bir süreçtir.
Bir müzik enstrümanı ile ya da bir spor dalı ile uğraştığınızı kabul edin. Uğraş verdiğiniz alanda kaydettiğiniz ilerleme hiç bir zaman salt bir artış daha doğrusu mutlak anlamda dışınızda olan bir bilginin zihninizdeki kataloğa eklenmesi değildir. O müzik enstrümanı ile daha önce çıkaramadığınız bir notayı daha önce ulaşamadığınız bir hızda çıkarmak aslında bedeninizin ve zihninizin sahip olduğu bir potansiyeli gerçekleştime anlamına gelmektedir. Önceden kaldırmanızın mümnük görünmediği bir ağırlığı kaldırmak da öyle. Hiç bir zaman vücudunuzun asla kaldırmanıza müsade etmeyeceği bir ağırlığı kaldırmanız mümkün olamaz.
Peki ilk seferde müzik enstrümanı üzerinde gerçekleştiremediğini eylemi ya da kaldıramadığınız ağırlığı kaldırmanız nasıl mümkün olmuştur? İlk bakışta önceleri gerçekleştirmeyi beceremediğiniz eylemi becerebilmek için gösterdiğiniz çaba sürecinde kendinize bir takım yetiler kazandırarak; örneğin kas yapınızı ya da müzik kulağınızı geliştirerek. Benim dikkatinizi çekmek istediğim nokta da tam olarak bu yeti kazanma meselesinin olumlu bir süreç olduğu kadar olumsuz bir süreç olduğudur. Geliştirilen kas yapısı aynı zamanda ilk haldeki yetersiz kas yapısının olumsuzlanmasıdır. Bir matematik problemini çözebilmek için yeterli araçlarla donanmamış olan ham bir zihnin yadsınmasıdır. Ya da belirli ideolojik koşullanmalar yüzünden görünenin ardındaki gerçekliği kavrayamayan birinin dünya görüşünün değillenmesidir. İsimler önemli değil, önemli olan bu olumsuzlama sürecinin bizi değiştirdiği, yeni olasılıkları gündeme getirdiğidir. Kişiler öğrenme sürecinde oldukları gibi kalıp bazı ölçülebilir, nesnel bilgiler edinmezler. Öğrenme süreci öncelikle kendilerini değiştirir. O ağırlığı kaldıran kişi artık başlangıçtaki ile aynı kişi değildir. Bir yandan yeni bir ağırlığı kaldırma yeteneği kazanırken bir yandan da kendisini olumsuzlamakta, diğer bir deyişle aşmaktadır. İşte bu aşmayı sağlayan şey, önceden bilinmeyenin bilgisine ulaşıldığı pozitif uğrak olduğu kadar kendisini yadsıyarak o yeni bilgiyi işleyecek bir potasiyel (yeni bir ben) yaratan olumsuz uğraktır.
Bazen bir şeyleri öğrenirken, düpedüz daha önceden sezmiş olduğumuz yapabileceğimizi daha önceden hissettiğimiz bir şeyi gerçekleştirmiş olduğumuzu fark ederiz. Sanki o şeyi daha önce de gerçekleştirebilirmişiz ancak kendi kendimize bunu engellemişiz gibi gelir. Tek yaptığımız kendi kendimize koyduğumuz engelleri kaldırmak olmuştur. Burada her şeyin bilgisine önceden sahip olduğumuzu iddia eden ve zihne doğaüstü bir güç atfeden türde metafizik bir anlayıştan bahsetmiyorum Dile getirmeye çalıştığım şey olumsuzlamanın gücüdür. İnsanın kendi kendini yaratmak, benliğini aşmak için kendi kendisi ile bir tür "kavga" içine girmek, pozitif uğrağın yaydığı sersemletici etkiden kendisini kurtarması gerektiğini hatırlatmaya çalışıyorum sadece. Bu başarıldığında Usta Yoda'nın şu sözleri daha iyi anlaşılacaktır: "Only difficult in your mind!"**
* "Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan şu günlerde..." benzeri bir cümle kalıbı kullanmaktan mümkün olduğunca kaçınmaya çalıştım:)
** Zorluk sadece zihninde.
Bugün sistem karşıtı hareketlerin, sisteme getirdikleri eleştirileri oluştururken ön plana çıkardıkları iki ayrı paradigmaya göre birbirinden ayrıştırılabileceğini söylemek mümkündür. Her iki hareket de öne çıkardığı paradigmayı sistemin meydana getirdiği olumsuzlukların temelindeki ilk olumsuzluk, olumsuz bir şey olarak var olabilmek için kendisinden başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayan kötücül bir töz olarak ele almaktadır. Marksist gruplar bu kötücül tözü sömürü olarak belirlerken, marksizmin dışında yer alan anti-kapitalist, anarşist, postyapısalcı anarşist vb. gruplar ise kötücül töz olarak iktidarı benimsemektedirler. Bu iki ana öbek arasındaki fikri tartışmalar da bu doğrultuda zaman zaman “benim tözüm seninkini döver” mantığı içerisinde gerçekleşmektedir. Marksistler diğer kampta yer alanları sınıftan kaçmakla ve dolayısıyla iktisadi eşitsizlikleri ve sömürü biçimlerini görmezden gelmekle eleştirirlerken, karşı kamptakiler ise marksistleri ekonomik indirgemeci, sanayici ve cinsiyet körü olmakla suçlamaktadırlar. İki taraftan da beslenmeye çalışan, kendince özgün bir sentez geliştirmeye çalışan az sayıda entellektüeli bir kenara bırakırsak bu iki kamp arasındaki tartışma tarafların zaman zaman dünyanın içinde bulunduğu durumdan diğerini baş sorumlu olarak gösterdikleri bir hal almaktadır. Tarafların ellerindeki mücadele potansiyelini sisteme alternatif oluşturma konusunda en verimli olacak bir biçimde kullanamadıkları dönemler, yapılan tarihsel hatalar olmuştur; ancak tüm bu hatalar bir yana gerçekten de bu iki töz birbirini tamamen dışlamakta mıdır? Diğer bir deyişle, sömürü ve iktidar olarak adlandırdığımız bu iki töz birbirine indirgenebilir mi ve eğer indirgenemiyorsa bunlardan birini kullandığımızda diğerini tamamen analizin dışına atmaya mecbur muyuz?
...
Posted on 6:13 AM
bir özneleş(tir)me deneyinden arta kalanlar: ayılar, kurtlar ve tilkiler
By yalçın
at
6:13 AM
Toplumsal bir sistem nedir? (Her zaman ortak çıkar ve amaçlar için hareket etmeseler de) bir arada hareket eden insanlar ve bu insanların hareketlerini koşullayan çeşitli maddi güçler ve ilişki ağları bütünlüğü.
Peki futbolda bir sistem nedir? Önceden belirlenmiş nicel veriler ve kurallar bütününden oluşan nesnel yapı çerçevesinde geliştirilen taktik ve bu taktiğe uygun bir biçimde hareket eden futbolcuların sahaya koydukları tinsellik, diğer bir deyişle akıl + ruh.
Futbolda da toplumsal alanda olduğu gibi bir çok sistem mevcuttur. Yaklaşık son bir buçuk senedir Galatasaray bu sistemlerden birini, total futbolu uygulamaya çalışıyordu. Sistemin kısa sürede oturacağına dair bir umut doğuran 8 - 10 haftadan sonra uzun süren bir düşüş periyodu yaşandı ve sonuç malum.
Total futbol kabaca sahanın iki tarafında yani hem savunmada hem de hücumda birlikte hareket eden, pasa yani paylaşıma dayalı, bireylerin rollerinin titizlikle belirlendiği ancak bu rollerin hepsinin başarı ile uygulanması halinde ortaya toplamdan çok daha üstün bir sonucun çıktığı bir sistem.
Totaliterlik kavramsallaştırması adı altında tarihsel bir olgu olarak faşizmi tartışma dışı bırakan ve bütün halinde hareket etme arayışlarının tamamını özgürlüğü ortadan kaldırmaya yazgılı, diğer bir deyişle tüm kötülüklerin anası olarak gören liberal önermeye boş verin. Total futbol ortak bir taktiğin ve ruhun paylaşıldığı bir sistem olduğu kadar oyuncuların bireysel yeteneklerini bu ortaklaşmacı yapı içinde kullanmaları gereken bir yapı aynı zamanda. Oyuncular için çizilen roller bu yüzden hiç bir zaman başı ve sonu kapalı emir cümleleri değil. Aksine ucu açık ve saha içindeki anları ortaklık açısından kavramayı ve sahip olunan rol doğrultusunda insiyatif kullanmayı gerektiren bir yapısı var. Bu sayede oyuncular sistemin işlemesi için dahil edilen dişliler olmaktan çıkıyorlar ve sistem oyuncuların maksimum performans göstermeleri kendi karakterlerini ve özgünlüklerini sahaya yansıtmalarının aracı haline geliyor. 74 Dünya Kupası finalindeki penaltıyı kullanan Neeskens'in görüntüsü bu açıdan bahsetmekte olduğumuz yapının bir ürünü olarak okunabilir.
İşin püf noktası ise total futbolu uygulayan takımların oyununu izlediğimizde şahit olduğumuz yaratıcılık ve öznelliğin temelinde aslında oyuncuların belirli bir akıl ve ruhla sahaya koydukları öznelliğin varolmasıdır. Total futbolu sahaya yansıtmak, belirli bir şablonu şartlı refleksler aracılığıyla uygulamaktan niteliksel olarak farklıdır bu açıdan. Oyunu okuyabilen; sadece kendi ve karşısındaki rakibinin pozisyonunu değil, hem takım arkadaşlarının hem de rakip oyunularının konumlarını okuyabilen, bu doğrultuda kendi rolüne uygun bireysel taktik geliştirebilen öznelere ihtiyaç duyulmaktadır. Koşu, pas şiddeti, zıplama gibi konularda zaman, sahadaki yayılım topu yönlendirme ve asimetri yaratarak rakibin direncini kırma vs. açısından mekan konusunda düşünebilme yeteneğine ve de bunu paylaşımcı bir ortamda sahaya yansıtacak duygusal olgunluğa ve ruha sahip* özneler olmadan total futbol oynamak mümkün değildir. Tanık ettiğimiz gibi olmamıştır da.
Sevgili dostum İlke'nin (aka Oneiric) yakın zamanda haberdar ettiği söyleşide Skibbe takımdaki oyuncuların ahvalini güzel bir biçimde ortaya koymuş: http://www.footballvsfashion.com/2010/04/skibbeden-gecikmeli-acklamalar.html.
Aynı oyuncular Rijkaard'ın gidişinde de etkili oldular demek çok da spekülatif kaçmayacaktır. Total futbol anlayışının yerine getirilen Hagi'li sistem ise tüm bu özneleşme gerekirliğini ve beklentisini bertaraf eder cinsten ne yazık ki. Kısa zamanda olumlu sonuç vermesine de bu yüzden şaşmamalı. Hegelci terminolojiden faydalanarak söyleyecek olursak, Efendi olmamayı seçen ve kölelik düzenini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir "efendi" köleler tarafından beğenilmemiş, kendi kölelik bilinçleri tarafından iktidarsız olarak görülmüş. Otoriteyi tekrardan sağlayacak birine ihtiyaç duyulmuştur. Hagi de bu ihtiyaca karşılık vererek takıma on yıl sonra deplasman puanı kazandımasıyla bu tepeden devrim ve özneleştirme projesi güme gitmiş gibi görünmektedir.
Geriye bir insan-birey-futbolcu olarak kendinin bilincine ulaşma derdine sahip olmayan, içgüdüsel bir bilinç seviyesinde oynayan ve bu yüzden hücumcu, oyun kurucu defansif orta saha gibi uzmanlaşmalara ihtiyaç duyan bir yapıda performans veren şahsiyetlerden kurulu bir grup kalmaktadır. Defansta ayıboğanlar, orta sahada kurt kapanı kurup rakibi oynatmayan cengaverler ve ileride kurnazlık aracılığıyla gol atmaya çalışan, ya da top oynamaya niyetli rakibin yarattığı boşluktan faydalanan çakallar mı deseydim tilkilerden oluşan bir grup.
Umalım da Rijkaard'ın avangard anlayışının temelinde yatan ilkeleri Hagi - Tugay ikilisi uzun vadede yavaş yavaş takıma kazandırma yolunu seçsinler. Hagi''nin bağımsız ruhuna ve Tugay'ın klasına güvenmek istiyorum. Efendi - Köle mantığının kendilerine dayattığı yönetim biçimini dönüştürecek bir model oluşturabilsinler. Ayı, kurt ve tilkilerden mutlak Akıl ile eyleyen özneler yaratmayı beceremedik, şimdi Bremen Mızıkacılarına da razıyız.
* Bu gelişmenin niçin yaşanmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak Rijkaard futbolculara Rock gruplarını dinlemelerini önerdi diye kıyamet koptuğunu unutmayalım. Bu kıyameti koparanlar bir yandan bizim müziğimiz neye yetmiyor gibisinden gereksiz bir milliyetçilik gösterirken diğer yandan da Sabri mi anlayacak o müzikten diyerek ilk görüşle zıt bir düşünce geliştiriyolardı. Sanırım şovenizm her zaman aşağılık kompleksi ile birlikte var oluyor.
1928 yılı Sovyetler Birliği tarihindeki önemli bir dönemin başlangıç tarihidir. Bu tarihte Bolşevik Partisi içerisinde Stalin'in başını çektiği grup, iktidarı ele geçirerek kendi sosyalizm vizyonunu uygulamaya koymaya başlamıştır. Sovyet Rusya'nın bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürebilmesi açısından önemli adımların atılmış olduğu bu dönemde bir yandan da uzun vadede komünizme yönelik gerçek bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmesini sağlayabilecek değerli insanların sistemden tasfiye edilmeleri söz konusu olmuştur. Kısaca söyleyecek olursak uzun dönemdeki yenilginin tohumları atılmıştır.
1928 yılı başlayan ve 1936'da belirli bir olgunluğa erişen sekiz yıllık süreç sonucunda Stalin, ünlü bir konuşmasında sovyet toplumunun artık birbirini dışlayan çıkarları olan, rekabet halindeki sınıflara değil de birarada hareket eden kaynaşmış bir işçi - köylü ittifakına dayalı bir toplum halini aldığını belirtmiştir. Stalin için bunun diğer bir anlamı sosyalizmin ileri bir aşamasına geçildiğidir.
90'ların ortasından itibaren yönetim sorunu ile boğuşan Türkiye'de de 2002 yılında AKP'nin iktidara gelmesi ile birlikte yeni bir dönem başlamıştır. 8 yıllık sürecin sonunda ortaya çıkan tablo ise Sovyet Rusya'dakine benzer bir durumu göz önüne sermektedir. Sola ait tüm değerlerin soyutlanarak yaratılan ve medyada daha önce hiç olmadığı kadar çok yer alarak ideolojik aygıt rolünü yerine getiren bir "sol" ve yapılan anayasa referandumu ile geçilen ileri demokrasi safhası.
İnsan ister istemez soruyor, ileri sosyalizme geçişin ardından gelen yıl içerisinde Rusya'da yaşananların bir benzeri bizdeki ileri demokrasi koşulları altında yaşanır mı acaba diye.
Lost Girl Kanada yapımı yeni bir dizi. Son dönemlerde moda olduğu üzere dizinin kahramanı bir tür doğaüstü yaratık succubus*. Aşkın dayanılmaz gücü karşısında imana gelip iyilik meleğine dönüşen vampirler ve kurt adamlardan sonra yine bir canavarın ana kahraman olduğu büyük bir yapım daha piyasaya sürülmüş durumda. Merak ettiğim konu bu tür yaratıkların kahraman - ana karakter değil de bildiğimiz kahraman - oldukları yapımların sayısının gittikçe artıyor olmasının sadece rastgele çekilmiş belirli bir örneğin yüksek rating almasının bir sonucu olup olmadığı. Eğer yapımcıların tercihini sadece yüksek ratingler belirliyorsa, o zaman bu tür yapımların yüksek rating almasının nedeni ne peki?
İmaj çağında yaşadığımız söylenip duruyor. Belki de bu tehlikeli ancak cazibeli yaratıklar normal kahramanların ulaşabildiklerinden daha parlak bir imaj seviyesine ulaşabiliyorlardır. Çekicilikleri ve karizmaları nedeniyle insanları kendilerine kolayca hayran edebiliyorlardır. Hem de normal - insan olmadıklarından, doğaları gereği benliklerinde kötülük ya da kaotiklik barındırdıklarından bildiğimiz kahramanların bulaştıklarında ayıplanan ama izleyiciyi ayartan davranışlar sergileyebilmeleri belki de onları ekrana taşıyan başlıca sebeplerden biridir.
Belki de durum bu kadar da basit değildir ve biz ne kadar imaj dünyasında yaşadığımıza inandırılsak da derinlerde bir yerlerde dünyada hala bazı sanal olamayan değerler varlığını koruyor ve bizler de geleceğe ilişkin içinde bulunduğumuz hayatların dışında bir takım beklentiler içine girmeye devam ediyoruzdur. Eğer öyleyse bu beklentilerle beyaz ekrandaki "canavar"lar arasında nasıl bir bağlantı olduğunu sorgulamamız gerekiyor.
Her şey insanların bilinen kahramanlardan ümitlerini kesmeleri ile başladı sanırım. Dünya artık öyle bir hal almıştı ki bildiğimiz kahramanlar etten kemikten erkek ve kadınlar bizler için kurtuluş anlamı ifade etmez oldular. Düşler dünyasının dışında yer alan kolektif kurtuluş mücadelelerinden ve hatta new age tarzı bireysel kurtuluş ütopyalarından bahsetmiyorum bile. Süper kahramanların bile işe yaramadığı bir çağdan bahsediyoruz.
İşte o anda devreye, tarihte benzer durumlarda olduğu gibi, altın çağa ya da kökenlere dönüş fikri yanı verdi bir çok televizyoncunun ve sinemacının aklında. Peşi sıra bilindik karakterlerin bilinmeden önceki hallerini gösteren devam filmleri vizyona girdi. Hatta devam niteliğindeki Süperman filminde bile asıl çocuk süper kahramanlık işlerine bir süre ara vermiş belki de köklerine dönüp arınmak için kendi gezegenine yolculuk edip dönmüştü. Sonuç olarak kısa sürede bu stratejinin de işe yaramadığı görüldü.
Ne yapılırsa yapılsın cici kahramanlar hatta sırası geldiğinde Wolverine bile izleyiciyi kendine çekemiyordu. Bu sonucun doğmasında bu filmlerin vs. senaryolarının kötü yazılmış olması da etkili olmuş olabilir ama kanımca olay bundan ibaret değil. Tüm bu stratejinin başarısızlığı ve artık rollerin değişmiş olduğunun göstergesi ise yine bir yeniden çekim serisinde, Joker'in düşerek öldüğü (ve böylece bir zafer kazandığı hatta Harvey Dent'i dönüştürerek kazandığı zaferi perçinlediği) sahnede Batman'le yaptığı diyalogda muhteşem bir biçimde ifade edilmektedir.** Yeri gelmişken Christopher Nolan'a saygımızı bildirelim. Bahsi geçen sahnede bu dünyada hiç bir süper kahramanın artık steril bir iyilik ve güzellik abidesi olarak varlığını sürdüremeyeceği net bir biçimde ilan edilmiştir.
O zaman geriye kurtarıcı olarak özdeşleşmek için kimler kalmıştır? Masumiyetlerini yitirmiş, yaralı? süper kahramanlar ya da bildiğimiz canavarlar. Dünya öyle bir hal aldı ki, artık yetiştirmiş olduğu kahramanların kimseyi kurtaracak güçleri yok, insanlar da kendilerini kurtarmaları için dört elle "canavarlar"a, diğer bir deyişle bu dünyaya ait olmayana sarılıyorlar.
Belki de sıra yavaş yavaş yeniden dünyanın lanetlilerine geliyor...
* http://en.wikipedia.org/wiki/Succubus
** http://www.youtube.com/watch?v=GZyMCm-NFB0
Günümüzde siyaset teorisi kapsamında yer alan önemli tartışmalardan birisi de özne meselesi hakkında cereyan etmektedir. Bu tartışmanın en temelinde yatan sorulardan birisi ise öznenin kurucu bir varlık mı olduğu yoksa bizzat kendisinin ideoloji, söylem ya da benzeri başka bir süreç tarafından kurulmakta olduğu biçiminde dile getirebileceğimiz köken sorusudur.
Sanırım bu soruya diyalektik bir yaklaşım aracılığıyla yanıt getirmek istediğimizde öznenin hem kurulun hem de kuran bir varlık olduğu fikrini öne sürmek doğru olacaktır. Özne eş zamanlı olarak hem kurulan hem de kuran bir varlıktır. İdeolojinin kendisinin de dahil olduğu bir iktidar yapısı içerisinde kurulmakta olan özne bu kurulma sürecinin ortaya çıkması ile birlikte kurucu bir potansiyel kazanmaktadır. Bu potansiyelin yapının yeniden üretimi ya da dönüşümü doğrultusunda kullanılıp kullanılmayacağı ise süreç içerisinde şekillenmektedir. Tüm bu kurulma ve kurma sürecinin bir kereye mahsus olmadığını belirtmekte fayda var yani biyolojik kökenin aksine bu tür bir öznenin kökeni defalarca yeniden belirlenebilmekte ve bu doğrultuda öznenin yerine getirdiği kurma işlevi de dönüşüme uğramaktadır. Bu yüzden uzun bir dönem içerisinde artık kurulma ile kurmanın hangisinin birbirini zamansal açıdan öncelediğinin pek bir önemi kalmamaktadır.
Pek de üzerinde durulmayan bir konu aslında marksist geleneğin de öznenin bir yönüyle kurulan bir varlık olduğunu kabul ediyor olmasıdır. Marx'ın kendisi işçi sınıfını burjuvazinin kendi elleriyle yaratmış olduğu "mezar kazıcıları" olarak nitelendirmiş, Lenin de burjuvazinin işçi sınıfını biraraya getirerek devrimci bir potansiyel kazanmasını sağladığını iddia etmiştir. Bu yüzden günümüzde sosyalistlerin referandum konusunda hareket ederken kendilerini bu özne meselesinden ve özellikle öznenin bir yönüyle kurulan bir yapıya sahip olduğu gerçeğinden koparmamaları gerektiğini düşünüyorum.
Referandum paketi yakından incelendiğinde birbirinden farklı konu öbeklerinde yapılması istenen değişiklikler karşımıza çıkmaktadır. Oysa yakından incelediğimizde tüm bu değişiklik önerilerinin tek bir projenin - yeni bir özne yaratma projesinin - anlamlı parçaları olduğunu ve iktidar partisinin maddelerin topluca oylanması konusunda bu yüzden net bir tavır takındığını görürüz.
Peki böyle bir projenin yürürlüğe konma zorunluluğu nereden doğmuştur? İktidar partisi son dönemde yaratmış olduğu tahribatın yükselen bir biçimde - hiç beklemediği bir odağın - tabanın direnişiyle karşılaşması sonucu asıl varlık nedeni olan sermaye birikimi konusunda kritik bir aşamaya ulaşmış olduğunu idrak etmiş bulunuyor. Eğer iktidar olarak varlığını sürdürecekse emekçi sınıfların bu tür reflekslerle karşına çıkmaması bir anlamda ehlileştirilmesi gerekmektedir. Bu yüzden emekçi sınıfın tıpkı sermaye sınıfı (tüsiad örneği) gibi yeniden kurulması, bir toplumsal özne olarak yeniden inşa edilmesi bir zorunluluk olarak karşılarına çıkmaktadır. Bir yandan hak ve özgürlüklerle ilgili belirli maddelerde değişiklik yapılması diğer yandan da çalışma dünyasına ilişki kritik yenilikler getirilip aynı zamanda yargının da dönüştürülmesi bu projenin üçlü sacayağını oluşturmaktadır. Böylece kendisine verilen haklar nedeniyle siyasi temsilcisi olarak iktidar partisini tanıyan, emeğinin karşılığında yine bu iktidar partisinin vermiş olduğu ile yetinmesini bilen ve yetinmediği durumda burjuva adaletinin soğuk duvarları ile karşı karşıya kalması sağlanan bir işçi sınıfı kurulmak istenmektedir. Söz konusu referandum paketi bu doğrultuda atılan ilk ciddi adımdır.
Bu yüzden değişikliklerin geçmesinin içeriğinden bağımsız müspet bir tarihsel rol oynaması mümkün olamaz. Çünkü bizzat bütün bir içerik statükonun değişimiyle bir anda ortaya çıkması, yeni özgür koşullarda sosyalizme doğru yol alması beklenen öznenin niteliksel bir dönüşümünü gerçekleştirmek amacıyla dizayn edilmiştir. Solcuların kimi zaman kendisine erişemedikleri için işçi sınıfının varlığından ya da kapasitesinden kuşku duymaları geçmişte ne kadar ölümcül hasara yol açtıysa; bu sınıfı neoliberal egemenlik sisteminin karar vericiliğine terk etmeleri de sınıflar mücadelesi açısından o kadar zarar verici olmaya mecburdur.
Boykot kararı alanların en iyi ihtimalle sistem dışına bir adım attıkları düşüncesindeyim ve umarım ileriki süreçte bu yönde yol almayı başarırlar, ancak boykot etmenin - sistemin dışında yer aldığını bildirmenin gerçekten de sistemin dışında olmaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Kaldı ki bu başarıldığında bile sistem dışına çekilerek birlikte yeni bir dünya yaratılacak türden bir işçi sınıfına bu referandum sonrası elveda deme ihtimalinin olması beni hayır demeye zorluyor.
Hayır!
Kapitalizm bir tür insan kökenli hormonlu meyveye benzemektedir. Dıştan bakıldığında oldukça olgun – hatta bazı parçaları gereğinden fazla gelişmiş – görünen ancak tadıldığında görüntünün aldatıcı olduğu anlaşılan tarzda bir meyve. Her derde iyi gelen türde şifalar muhteva ettiği iddia edilen bu meyve açısından işin ilginç ve alışılmadık tarafı, onun aslında kendisini yiyen farklı kişiler için farklı tadlar – etkiler sunuyor olmasıdır. Pek çok farklı insan çeşidi ve dolayısıyla tad bulunmasına rağmen iki temel tür etkinin öne çıktığını söyleyebiliriz. İnsanlığın büyük bir kısmını oluşturan ve bu meyvenin geliştirilebilmesi amacıyla söz konusu olan hormonun bünyelerinden çokça ayrıştırıldığı kesim için bu meyvenin tadılması kendilerine vaat edilen bolluk karşısında aslında onlardan alınandan çok daha azının geri verilmesinden kaynaklanan yavan bir tad bırakmaktadır. Hormonun diğerlerin ayrıştırılarak bu meyvenin üretimi için gerekli araçlara sahip olan ve aynı zamanda bu meyvenin alım satımından kar elde edenler içinse durum farklıdır. Onlar bu süreçte kendi kapasitelerine oranla o kadar fazlasını elde etmektedirler ki, bu egzotik tadın yarattığı müptelalık karşısında meyvenin yeni ve hatta daha gelişmiş versiyonlarını üretmek için ellerinden geleni artlarına koymayacak bir dürtünün etkisine girmektedirler.
Devrim kavramı hakkında bir şeyler yazacağım, belki de biraz hacimli olacak. Bu yüzden biraz kaynak taraması yapıyordum. Fransa'da 68 Mayısı'nda yaşanan olaylar hakkında bir şeyler okurken karşılaştığım bir kaynakta, sürecin asli unsurlarından biri olan öğrenci hareketinin, de Gaulle yönetimi tarafından Fransa ile diğer Batılı merkez kapitalist ülkeler arasında girişilen iktisadi mücadele kapsamında gerçekleştirilen eğitim atılımının sonucunda ortaya çıkan öğrenci miktarındaki muazzam artışa bağlı olarak ve eğitim meselesinin doğrudan kapitalizmin gelişimi ile ilişkilenmesine tepki olarak doğduğu anlatılıyordu. Kapitalist blok içerisinde öne çıkmak isteyen Fransa çareyi teknik eleman yetiştirmekte görmüş, bunun sonucu yeni üniversiteler kurulmuş ve üniversite öğrencisi profili geleneksel yapısını terkederek toplumun alt sınıflarından gelenleri de kapsayacak biçimde genişlemişti. Buna karşılık, ülkedeki sanayi birikimini artırması beklenen bu kişiler mevcut birikimin kendilerinin hayattan beklentilerini karşılayamayacak miktarda olması sonucu hızla politize olup sistem karşıtı bir güç haline geldiler.
Bu aslında bizler için tanıdık bir hikaye. Türkiye'nin modernleşme tarihine merak duyanlar da, benzer bir şekilde modernleşme süreci içerisinde öğrencilerin ne kadar aktif bir rol oynadıklarını bilirler. Jön Türkler'in ikinci kuşağı - modern paradigmayı toplumsal ilişkiler ağının temel mantığı haline getirenler asıl olarak bu kuşaktır - tıbbiye, mühendishane ve askeriye mezunlarından oluşmaktadır. Bu kuşağı sahip olduğu pozitivist anlayış ve benzeri bir çok özelliği açısından eleştirebiliriz, ancak burada önemli olan nokta - yukarıda ele aldığım Fransa örneğini önceler biçimde - modernleşme konusundaki devasa açığı kapatmaya çalışan baskıcı bir rejimin, çözümü eğitimde görmesi ve eğitim alanındaki atılımın bu eğitime tabi tutulan kuşak bünyesinde sistem karşıtı bir yapıya kavuşmasıdır. 1908'e giden süreci hatırlayalım.
Kısaca söyleyecek olursak, eğitimin kendisinin diğer tüm nedenlerden belirli ölçüde bağımsız olarak bu özgürleşme anlarında önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Dar bir elit grubun halkın olgunlaşması amacıyla giriştiği bir proje olarak değil fakat tarihsel olarak ancak bu proje ile birlikte varolabilmesine rağmen ona indirgenemeyecek bir doğası var eğitimin. İnsanın kendi potansiyelini ortaya çıkarmak için giriştiği bir inşa süreci aynı zamanda. Tarihsel olarak belirlenmiş arzu ve sorumluluğun yanı sıra insana kendi sınırlarını aşmak için kendisi tarafından belirlenmiş arzuların ve projelerin peşinden gitme imkanı da sağlıyor. Her şeyden önemlisi kendi sınırlarını aşarken diğerleri ile gönüllü ve karşılıklı olarak daha "insani" ilişkiler kurmasını sağlıyor.
Gelelim bugüne. Bugün durum çok farklı. Neoliberalizm - burada doğrudan belirli bir yönetim mantığını niteleyecek biçimde kulllanılmaktadır - geçmiş egemen sınıf ideolojilerinden farklı olarak ve belki de bu tecrübelerden faydalanarak eğitim konusunda farklı bir tavır takınıyor. Önceden planlanmışçasına birbirini tamamlar niteliğe sahip olan ürkütücü mekanizmalar ile karşı karşıyayız. Bu mekanizmaların temelinde eğitim sürecinin yukarıda belirtilmeye çalışılan özgürlükçü özünün tasfiye edilmesi amacı bulunmaktadır. Eğitim, bir kendini inşa süreci olmaktan çıkıp üretim sürecinin - çoğunlukla üretim sürecinin zihinsel boyutunun - doğrudan bir parçası olarak yeniden yapılandırılmaktadır. Kendini geliştirme, hayattan haz alma ve tatmin olma artık üretim sürecinin kendisi tarafından belirlenen kıstaslara göre tecrübe edilebilmektedir. Marxvari bir açıklama yapmak gerekirse; insanlar artık hayattan zevk almak ve belirli bir - bireysel ya da toplumsal - ihtiyacın karşılanmasından dolayı tatmin olmak için çalışmamaktadırlar, zira artık çalışmanın kendisi kişiler üstü bir amaç haline gelmiş ve insanların neden zevk almaları ve neden tatmin olmaları gerektiğini belirler hale gelmiştir. Eğitime düşen görev ise bir yandan bu sürecin doğallaştırılması, diğer yandan da bu süreçte elde edilen entellektüel becerilerin çalışma esnasında yıpranan bireyin kültür endüstrisi vs. çerçevesinde kendisini rehabilite etmesi yönünde değerlendirilmesini sağlamaktır. Burada yalnızca verili arzu ve ihtiyaçların tatmini söz konusudur ve diğer insanlar bu sürece ancak bu tatmin arayışının nesneleri ya da araçları olarak dahil olabilmektedir - diğer bir deyişle bugün kendini inşa etmek asıl olarak kendini diğerlerinden ayırmak anlamına gelmektedir -. Bu yüzden eğitimin yeniden kurgulanması neoliberal sistemin arzuladığı toplumsal ilişkilerin kurulabilmesi açısından çok önemli bir konumda yer almaktadır.
Kant'ın sapere aude (öğrenmeye cesaret et!) biçiminde ifade ettiği Aydınlanma düsturunu bugün kendini inşa etmeye cesaret et! biçiminde dönüştürerek tekrarlamak gerekiyor. Bu bakımdan da kendisi ile diğerleri arasında karşılıklı ve gönüllü bir yaratım ilişkisi kurmayı kabul eden bir insanlar topluluğu oluşturmaya yönelik bir eğitim anlayışını savunmanın devrimci bir tutum sergilemek anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Özgürlüğü, tüketime indirgenmiş olan arzuların doyumu olarak algılayan insanların mülk edinmenin insanın doğasında var olan bir unsur olduğunu iddia ettiklerini sıkça duymuşsunuzdur. Ben öncelikle değişmez bir insan doğasını anlayışını savunmadığımı belirtmek isterim.* Özünü mülkiyete - bir şeylere sahip olmaya yönelmenin oluşturduğu bir türe ait olma fikri canımı çok sıktığı içindir herhalde. Bununla birlikte şu "sahip"lik meselesinin insanın bulunduğu her yerde gündeme geldiğini kabul etmek gerekiyor. Tabi ki bu gündeme geliş her durumda sabit bir biçimde yaşanmıyor. Kimi zaman sahip olma kimi zaman sahiplenme kimi zamansa sahip çıkma biçiminde gösteriyor kendisini.
Bu durumun ülkemizdeki en büyük mağdurları kuşkusuz ki solculardır. Sahip olana yani muktedir olana, sömürüyü ve eşitsizliği ortaya çıkarana karşı oldukları halde sahip olamayanlar ya da (kimi durumlarda) sahip olunanlar tarafından sahip çıkılmayanlar. Kaynakları büyük ölçüde buralarda yer alan travmaların ve yabancılaşmanın solun bugün içinde bulunduğu hali açıklamakta önemli bir payı olduğunu ileri sürebiliriz. Sol, 90'ların başında sosyal demokratlarla yapmış olduğu ittifakın dağılmasından sonra bu yabancılaşma halini aşma mücadelesi vermektedir. Bu mücadelenin varlığı sorunun aşılması umudunu canlı tutmaktadır, ancak şimdiye kadar verilen mücadelelerin bu yabancılaşma durumunu veri aldığını ve solun kendisini var etme stratejisini kimlik açısından öteki olarak kodlananlarla birlikte hareket etme biçiminde kurgulandığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekmektedir. Mevcut strateji solun ülkenin geniş bir coğrafyasında halk ile arasında bağ kuramaması biçiminde özetleyebileceğimiz yabancılaşma sorununu pekiştirmekte ve böylece bir kısır döngü yaratmaktadır.**
Bu süreç içerisinde elde edilen tecrübe tabi ki oldukça değerlidir. Bununla birlikte ben sorunun esas çözümünün yine bu sahiplik meselesiyle ilişkili olarak çözülebileceğini düşünüyorum. Solun var olma stratejisini sahip olana karşı sahiplenen olarak hareket etme biçiminde kurgulaması gerektiğini savunuyorum. Bu strateji kavramların ilk planda akla getirdiği gibi mülkiyetçi bir anlayışa dayanmamaktadır. Burada sahiplenmekle kastedilen belirli malın, belirli bir toprak parçasının sahiplenilmesi değil, tüm dünyanın - yaşamın kendisinin sahiplenilmesidir. Sahip olana karşı sahiplenen olarak muhalefet etmek ise; her alanda sömürene karşı sömürülenin davasını gütmek, sömürülenlerin kendileri adına verdikleri mücadelede onlara yoldaş olmak ya da bu tür bir mücadelenin yaratılması için çaba sarfetmektir. Bu da ancak solun ağırlıklı olarak beslendiği kültürel damarlar dışında yer alan sömürülenlerle de özdeşleşebilmesi ile mümkün olacaktır.
Kim bilir belki de sahip çıkılmanın anahtarı tüm bu suni yabancılaşmaların etkilerinden silkilinip daha fazla sahiplenmektedir?
* Bu noktada Türkçe'nin de işleri hiç kolaylaştırmadığını belirtmek gerek. Dilimizde, temelde olanı ifade etmek için kullandığımız "var" sözcüğü İngilizce ya da Almanca gibi dillerde var olan olma - sahip olma ikiliğini (to be/to have ya da sein/haben) ortadan kaldıran ve bu ikiliğin terimlerini özdeşleştiren bir anlama sahip. Bu sözcüğü ne kadar sık kullandığımızı ve neredeyse her kullanışımızda oluşu sahip oluş ile özdeşletirmekte olduğumuzu düşünürsek durumun ciddiyetini daha iyi kavrayabiliriz.
** Chp içinde yaşananların son dönemde belirmiş olan solun toplumsallaşma ihtimalini zayıflatacağı yönündeki argümanları biraz da bu çerçeveden değerlendirebiliriz sanıyorum.
Bu zafer görüntüsü 2004 yılında düzenlenen futbol Avrupa Şampiyonası'nı kazanan Yunan milli takımına ait. Futbolla ilgilenenlerin hatırlayacağı gibi Yunanistan o şampiyonada son derece defansif bir futbol sergilemiş ve bunda başarılı olarak birer farkla kazandığı kritik maçların ardından kupaya ulaşmıştı.
Aynı Yunanistan bugünlerde savunma yeteneğini başka bir alanda ortaya koymakta. İnsanlar Atina'da ve diğer bir çok kentte gelecekleri hakkında karar alma özgürlükleri üzerine küresel sömürgenlerin ülkelerinin geleneksel yönetimleri aracılığıyla koymak istedikleri ipoteğe karşı direniyorlar.
İşin diğer ilginç yanı ise şu; 2004'te gelen şampiyonluğun yönetimi Otto Rehhagel isimli bir almanın elindeydi. Son günlerde yaşanan olayların ve sergilenişin ortaya çıkmasında da almanların rolü olduğu söyleniyor ancak bu seferki hiç de yunanların hoşuna gidecek cinsten bir yönetim değil şüphesiz.
Ancak daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi yunan halkının güçlü bir defans yeteneği var. Eminiz ki yönetimlerinin ve uluslararası sermaye ile eklemlenmiş olan kapitalist sınıfın "amansız" saldırılarını karşılayacak ve kendilerini zafere ulaştıracak yeni Zagorakis, Dellas ve Charisteas'ları ortaya çıkaracaklardır.
Gelecekte tüm dünya halklarını bugünlerdeki gibi, uzun mücadeleler sonucu elde ettikleri hakların ellerinden alınmasına karşı savunma yaparken değil de insanca bir yaşamı örgütlemek için karşılarına çıkan engelleri aşan bir hücum mücadelesi verirken görmek dileğiyle, Yunanistan'a selam...
Zaman, filozoflar tarafından hareket mefhumu ile ilişkilendirilerek ele alınan bir soyutlamadır. Hareketin nasıl temellendirileceği meselesi ise bu açıdan bakıldığında felsefe okullarının zaman hakkındaki görüşlerinin nerede farklılaştığını gösteren belirleyici unsur olmaktadır. Materyalistler hareketin temelinde maddenin deviniminin mevcut olduğunu iddia ederlerken idealist felsefenin temsilcileri hareketi doğa üssü bir Varlık anlayışı ile ilişkilendirirler. Hegel'in zamanı mutlak bir mantıksallık biçiminde ele aldığı Evrensel Akıl'ın kendi-dışındalığı içinde yani doğada kendisi için varolan bir olumsuzluk olarak ele alması bu ikincisinin tipik bir örneğidir.*
Tarih felsefesi ise zaman meselesi çerçevesinde gündeme gelen hareketin gerçekleştiği mekanın soyut bir uzay olmaktan çıkarılıp içinde yaşadığımız dünya olarak ele alınmasıyla şekillenmeye başlamaktadır. Buradaki temel sorunlardan birisi hareketi gerçekleştiren faillere ilişkin olanı yani özne sorunudur. Öznenin bu süreç içerisinde kurucu bir aktör olarak mı yoksa kendisinin de belirli ilişkiler çerçevesinde kurulmuş bir varlık mı olduğu, bilinç meselesi bu alanda öne çıkan konulardır. Tüm bu sorularla birlikte ortaya çıkan başka bir tartışma konusu ise tarihin bir amacının olup olmadığı meselesidir.
Erekselci (teleolojik) görüş bu soruya olumlu yanıt vermektedir. Bu görüşe göre tarih insanların gerek bireysel gerekse kolektif özneler olarak giriştikleri eylemler aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştıkları hedeflerden farklı belirli bir amaca sahiptir. Bu görüş günümüzde geçerliliğini yitirmiş gibi görünmektedir. Gelecekte yeni bir kurguya dayanarak yeniden geçerli bir hale gelip gelemeyeceğini bilemeyiz. Zaten burada ağırlıklı olarak erekselcilik karşıtı olarak adlandırabileceğimiz konvansiyonel bir tavır üzerinde durmak istiyorum.
Erekselcilik karşıtı olan görüşler içerisinde iki farklı eğilimin mevcudiyetinden bahsedebiliriz. Bunlardan ilki tarihin bir amacının olmadığı düşüncesini bireylerin tikel belirli erekler dışında tarihsel bir hareket içerisinde olamayacaklarını, oldukları takdirde de felaketle sonuçlanmaya mahkum bir durumun doğacağını ileri süren liberal - muhafazakar sentezdir. Diğer eğilim ise tarihin kendisinin belirli bir ereğinin var olmadığını ileri sürerken insanların ortak amaçlar doğrultusunda dünya çapında belirli dönüşümler gerçekleştirerek kendi aralarındaki ilişkileri niteliksel dönüşüme uğratabileceklerini ve daha adil ve yaşanabilir bir dünya için bu dönüşümü gerçekleştirmeleri gerektiğini savunan devrimci görüştür. Bu görüşe göre tarihin belirli bir amacının var olduğunu düşünmemizi sağlayan şey bu düşüncenin gerçekliği yansıtıyor olması değil, insanların tarihi belirli erekler doğrultusunda yönlendirebilme gücüne sahip olmalarıdır.
Peki tarihsel bir anı, bir olayı yukarıda devrimci görüş olarak adlandırdığımız eğilim açısından nasıl değerlendirebiliriz? Bu tür bir değerlendirme yapabilmek için aklımızdan çıkarmamamız gereken iki önemli husus olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki, devrimci öznenin tarihi belirli bir erek doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla girişmiş olduğu eylemin, doğurduğu olasılıklar açısından ereğin gerçekleştirilebilmesi potansiyelini açığa çıkarma zorunluluğudur. İkincisi ise eylem anı ile ereğin gelecekteki muhtemel gerçekleşme anının tarih olarak adlandırdığımız devinim sürecinden koparılmadan, bu ikisi arasında kalan sürecin hakkı verilerek incelenmesi gerekliliğidir. İlk husus - potansiyel meselesi olarak adlandıralım - bizi giriştiğimiz eylemleri doğurması muhtemel sonuçlar açısından yani çok yönlü bir biçimde değerlendirmemiz gerektiği konusunda uyarmaktadır. Diğer bir deyişle bir eylemin ya da olayın anlamı onun açığa çıkardığı olasılıklar doğrultusunda anlaşılabilir. Bu olasılıkların amaca ulaşılması için gereken adımların atılması açısından sağlam bir temel oluşturuyor olması potansiyel sorununun aşılması anlamına gelmektedir, aksi takdirde dünyaya getirilmiş olan ölü bebek için yas tutulması gerekecektir. Süreç meselesine gelince; yukarıda belirtmiş olduğumuz iki anı tarih olarak adlandırdığımız devinim sürecinden soyutlayarak ikisi arasında doğrudan bir bağ kurmak, ilk anda ortaya çıkan diğer olasılıkları ve bunlar içerisinden gerçekleşmiş olan olasılığın geçmiş olduğu uğrakları değersizleştimek anlamına gelmektedir. Böylece ilk an ikincisinin gerçekleşmesini sağlayıp sağlayamamasına göre mutlak bir biçimde iyi ya da kötü olarak adlandırılacaktır. Kuşkusuz ki bu sahte bir tarih görüşüdür.
Demek ki 1 Mayıs 2010 tarihinde Taksim'de yapılan kutlamalar türünden bir olayı değerlendirebilmek için öncelikle bu olayın açığa çıkardığı olasılıkların niteliği daha sonrasında da bu olasılıkların ne ölçüde realize edildiği, bu süreçte eylemi gerçekleştirenlerin hedefledikleri erek yolunda bir gelişme olup olmadığı sorgulanmalıdır. Süreç meselesi hakkında bir yorumda bulunmak için henüz erken, ancak potansiyel sorunu hakkında anlamlı bir şeyler söyleyebiliriz: 1 Mayıs kutlamaları ne yazık ki beklendiği gibi çeşitli taleplerin toplumsal koşullara uygun, politik bir program biçiminde dile getirebilmekten uzaktı. Bununla birlikte kutlamaların Taksim'de gerçekleştiriliyor olmasının insanlar üzerinde yaratmış olduğu olumlu etki ve bu etkinin kamuyuna yansıyışı, 1 Mayıs'ın özündeki talep ve ereğin toplumun daha geniş kesimince benimsenmesi olasılığını doğurmuştur. Bu gerçekten önemli bir gelişmedir. Asıl önemli olan ise bundan 30 yıl sonra, 32 yılın ardından yapılan kutlamaların kürsünün acziyeti vs. ile mi yoksa bireylerin toplumsal mücadelenin saflarına katılışları açısından bir dönüm noktası olarak mı hatırlanacağıdır. Bu sorunun cevabını ise bugünden sonra verilecek olan mücadele belirleyecek.
* Hegel (1997), Doğa Felsefesi 1: Mekanik, İstanbul: İdea Yayınları, s. 54-55
Şu popüler kültür denen şey ilginç bir hadise. Yaratıcıları bazen neye el atacaklarını şaşırıyorlar. Tabi el attıkları konular da kendilerini belirli bir ölçüde bağlıyor. Bunun son örneği bu sene yayınlanmaya başlayan Spartacus: Blood and Sand adlı dizi. Dizi televizyon tarihinde eşine az rastlanacak derecede seksist ve aynı zamanda şiddeti estetize eden bir yapıya sahip. "Gladyatörler üzerine bir diziden ne bekliyorsun ki?" diye sorulabilir. Gerçekçi olabilmek ve romalıların gündelik yaşamını daha iyi yansıtabilmek için bu tür sahnelere yer veriliyor türü argümanlar da ileri sürülebilir, ancak diziyi izleyenler sanırım tüm bunların çok daha farklı yöntemlerle de aktarılabileceği görüşünü paylaşacaklardır. Asıl amacın reytingleri artırmak olduğu gün gibi ortada...
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, dizi oldukça önemli bir meseleyi ekrana taşımaktan da geri kalmıyor. Artık günümüzde bir çok insanın kulağını tırmalayan - ezilenler ile ezenler, sömürülenler ile sömürenler, köleler ile efendiler vs. - insanlar arasındaki tahakküm ve tahakküme karşı direnme meselesini. Yukarıdaki karede oldukça tiyatral bir biçimde resmedilen isyan ve özgürleşme, ilk bakışta oradaki karakterlerin sevdiklerinin başlarına gelenler ya da kendilerinin uğramış oldukları haksızlıklar - çoğunlukla kişisel hırsların neden olduğu entrikalar sonucunda ortaya çıkan olaylar - karşısında takındıkları bir tavrı yansıtıyormuş gibi görünebilir. Bununla birlikte olayların geneline bakıldığında tüm bu çarpık ilişkilerin o dönemde efendi - köle biçiminde örgütlenmiş olan tahakküm ilişkisi tarafından üst-belirlenmiş olduğunu görebiliriz.
Yukarıda resmedilen anın tüm bu sürecin en kritik noktalarından birisini oluşturduğunu düşünüyorum. Birbirinden farklı kimi zaman da çelişen amaçlar peşinde koşan bir çok insanın kişisel öc alma hedefinin ötesine geçtikleri, sistemin kendisinin bir bütün halinde özgür birer insan olarak varolmalarının önündeki asıl engel olduğunun farkına varıldığı o an. Geçmişiyle olduğu kadar geleceğiyle birlikte düşünülmesi gereken bir an bu. Geçmişlerinden gelen belirli motifler doğrultusunda hareket eden karekterleri olduğu kadar, kendi kaderlerini kendileri çizmek için kolektif bir irade koymuş kadın ve erkeklerin eylemlerini de barındırıyor. 1918 yılında Almanya'da ortaya çıkan devrimci dalga esnasında komünist hareketin taleplerini dile getiren devrimci lider Rosa Luxemburg'un ortaya attığı sorunun cevabını işte bu irade şekillendiriyordu. Sizce de yaşamları çoktan ipotek altına alınmış milyarca insanın artık yeniden bu soruyu sorma vakitleri gelmedi mi?
Spartakistler ne istiyor?
Siz ne istiyorsunuz?
Vali Güler, 1 Mayıs'ın bu yıl İstanbul'da Taksim Meydanı'nda kutlanacağını kamuoyuna "Üretimin vazgeçilmez unsuru olan emeğin kutsallığı çerçevesinde emekçilerin 1 Mayıs'ın huzur ve güven içinde, demokrasiye yakışır bir şekilde bayram havasında kutlaması en doğal hakları olarak görülmektedir. Bu itibarla 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü'nün ülkemize yakışır bir şekilde tüm sosyal taraflarca barış ve huzur içerisinde demokratik bir olgunlukla kutlanması konusunda bir mutabakat sağlanmıştır.'' ifadelerini kullanarak duyurmuş.*
Biz de söze şu "emeğin kutsallığı" meselesini ele alarak başlayalım. Kutsallık aşkınsal bir varlığa gönderme yapan bir kavram. Emek ise doğrudan insan ile ilgili, insanın doğa ile ve diğer insanlar ile ilişkisinde ön plana çıkan bir süreci ifade ediyor. Hal böyle iken niçin dilimize açıkça çelişki taşıyan bu tür bir söz yerleşmiş diye sormak gerekiyor. Bu durum sanırım çok uzun süre devam eden bir birikimin sonucu. Birikimin temelinde de emeğin sömürüsü olgusu bulunmakta. Emeğe kutsallık atfedenler, mevcut biçimiyle emeğin toplumsallaşmasından fayda sağlayanlardır. Antik Çağ'da kent devletlerinin varlıklı vatandaşları, Ortaçağ'da aristokrasi ve Modern Çağ'da burjuvazi ya da burjuvalaşmış toprak sahipleri. Bu liste her ne kadar fazlasıyla şemalaştırılmış da olsa belirli bir eğilimi ortaya koyma gücüne sahiptir. Tüm bu çağlar boyunca üretim araçlarına sahip olanlar ve siyasi iktidarı elinde bulunduranlar için emek "kutsal" olagelmiştir, çünkü zenginliklerinin ve de kudretlerinin yegane kaynağı emektir. Dolayısıyla emeğin kutsallaştırılışını emeğin ürününe el koyan sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları bir mit olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir.
Egemen sınıfların ideolojilerinin egemen ideoloji haline geldikleri yünündeki marksist önermeyi hatırlayalım.** Bu durum özellikle de zenginliğin kendisinin zenginlik yaratmanın esas prensibi haline geldiği Modern Çağ için geçerlidir. Günümüz dünyasının egemen sınıfları için emek her zamankinden daha da kutsaldır. Emekçi sınıfları içinse her zamankinden daha çok kendi sömürülerini derinleştirme aracı haline gelmiştir. Açıktır ki bu insanlar için emeğin hiç bir kutsal yanı yoktur. Emeğin daha demokratik bir biçimde değerlendiği, daha farklı bir biçimde toplumsallaştığı bir düzenin kurulması bu sınıfların lehinedir. İşte tam da bu noktada, emeğin egemen sınıflar tarafından kutsallaştırılmasındaki ikinci kritik hususla karşılaşıyoruz. Kutsal olanın ilahi adaletin tecellisi olarak kavranması; emeğin, insan üstü olduğu kadar tarih üstü olması. Yani mevcut emek rejimini dönüştürmenin mümkün ve istenir olmaktan çıkarılması.
Oysa tarihin kendisi bu kutsallık iddiasının yersizliğini göz önüne sermektedir. Köle emeğinin ücretli emeğe dönüşümünü, ya da son 150 yıl içinde kapitalist üretim ilişkileri temelinde şekillenen farklı toplumsal formasyonları düşünelim. Bu dönüşümlerin varlığı kendiliğinden emeğin "kutsal" bir şey olmadığını göstermektedir. Önemli olan kutsallık maskesi ardına saklanan bu tarihselliği emekten yana bir toplumsal düzen doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda öne çıkan isimlerden birinin fikirlerini ele alarak devam etmek istiyorum.
Antonio Gramsci, 1. Dünya Savaşı yıllarında aktif bir biçimde katıldığı sosyalizm mücadelesini, İtalyan Komünist Partisi'nin kuruluşuna katılarak ve daha sonra bu partinin liderliğini üstlenerek sürdürmüş, yaşamının son yıllarını bu yüzden hapishanede geçirmiş ve aynı zamanda 20. Yüzyıl'ın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir düşünce adamıdır. Fikirlerini ağırlıklı olarak hapishane yıllarında tuttuğu defterlerden öğrenmekteyiz. Bu defterlerde işlenen konuların temelinde 1919-21 yılları arasında yaşanan işçi konseyleri deneyimi, konseyler etrafında oluşan hareketin başarısızlığa uğraması ve faşizmin yükselişi gibi konular bulunmaktadır. Gramsci, işçi konseyleri etrafında oluşan politik harekete yoğun ilgi göstermiştir. Bu ilgi ve desteğin nedeni, işçi konseylerini sosyalist mücadele açısından niteliksel olarak sendikalardan daha üstün görmesidir. Gramsci için sendikalar, kapitalist sistem içinde iş gören kapitalizmin kendini yeniden üretişi ile kavgası olmayan bir örgütlenme biçimidirler. İşçi konseyleri ise işçilerin üretim süreçleri üzerinde doğrudan belirleyici olmalarını sağlayan ve bu niteliği dolayısıyla sosyalist toplumun nüvelerini içinde taşıyan bir örgütlenme biçimidir.***
Gelelim bizdeki 1 Mayıs kutlamalarına. Yazının başında aktarıldığı gibi bu yıl 1 Mayıs'ı nihayet Taksim'de kutlayabileceğiz. Bunu elbette bir kazanç olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Neredeyse kendisi bir gelenek halini almış olan bir mücadelenin ürünü çünkü. Bununla birlikte çok önemli bir mücadelenin başlangıcı olma potansiyeline sahip. Bu potansiyelin gerçekleşebilmesi için, Taksim mücadelesinin niçin verildiğini sorgulamak gerekiyor. "1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamanın kendisi bir amaç mıdır?" sorusunun yanıtı önemli. Eğer olumlu bir yanıt verecek olursak bu amaca erişmenin coşkusu ve aynı zamanda rehaveti içinde kutlama yapabiliriz.**** Ancak yanıtımız olumsuz ise asıl mücadelenin yeni başladığı fikrini ileri sürebiliriz. Böylelikle 1 Mayıs'ı Taksim'de kutluyor olmanın verdiği kendine güvenle emeğe takılmış olan kutsallık maskesinin yırtılıp atılması için yapılması gerekenleri soruşturmaya başlayabiliriz.
Yakın tarihimiz düşünüldüğünde 1 Mayıs'ı nerede kutlayacağımız oldukça önemli, ancak nasıl kutlayacağımız da önemli. Hangi somut öneri ve taleplerle bu kutlamayı gerçekleştireceğiz? Bence bugün ile 1 Mayıs günü arasında üzerinde düşünülmesi gereken en önemli soru budur. Benim görüşüm şöyle: Mevcut sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasındaki bağların durumu düşünüldüğünde, Gramsci'nin tanıklık ettiği işçi konseyleri benzeri örgütlenmelerin kurulması, atılması gereken en önemli adım olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla sınıf hareketi ile sınıf arasındaki organik bağı kurmaya yönelik siyasi, hukuki ve kültürel engellerin aşılmasını amaçlayan somut önerilere ve bu önerilerin hayata geçirileceği bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. Umarım bu yılki kutlamaların yaratmış olduğu fırsatı coşkulu kutlamalar ile birlikte emeğin kutsallığını ortadan kaldıracak bu türden somut adımların tartışıldığı bir forum olarak değerlendirebiliriz.
1 Mayıs'ta Taksim'de görüşmek üzere.
Not: Emek Sineması'nın kapatılmasının engellenmesi yönündeki talep, kesinlikle Taksim'de dile öncelikle dile getirilmesi gereken taleplerden bir tanesi durumunda.
*Vurgu bana ait.
** "Emeğin kutsallığı" sözü de bu tür bir ideolojinin dilimizdeki yansıması olarak değerlendirilebilir.
*** Gramsci bu konseylerle, Bolşeviklerin kurmuş oldukları iktidarı dayandırdıkları Sovyet'ler arasında bir paralellik kurmaktadır. Her ikisi de mevcut iktidara alternatif olarak ortaya çıkan kollektiflerdir.
**** 1 Mayıs "açılımı"nı dikta rejiminden çıkışın yaşandığı bir demokratikleşme atılımına indirgemek işçi sınıfı mücadelesini törpüleyen bir tavır olacaktır. Bu yılki 1 Mayıs'ın çok daha köklü gelişmelere gebe olma potansiyelini kaçırmamak gerekiyor.
Biz de söze şu "emeğin kutsallığı" meselesini ele alarak başlayalım. Kutsallık aşkınsal bir varlığa gönderme yapan bir kavram. Emek ise doğrudan insan ile ilgili, insanın doğa ile ve diğer insanlar ile ilişkisinde ön plana çıkan bir süreci ifade ediyor. Hal böyle iken niçin dilimize açıkça çelişki taşıyan bu tür bir söz yerleşmiş diye sormak gerekiyor. Bu durum sanırım çok uzun süre devam eden bir birikimin sonucu. Birikimin temelinde de emeğin sömürüsü olgusu bulunmakta. Emeğe kutsallık atfedenler, mevcut biçimiyle emeğin toplumsallaşmasından fayda sağlayanlardır. Antik Çağ'da kent devletlerinin varlıklı vatandaşları, Ortaçağ'da aristokrasi ve Modern Çağ'da burjuvazi ya da burjuvalaşmış toprak sahipleri. Bu liste her ne kadar fazlasıyla şemalaştırılmış da olsa belirli bir eğilimi ortaya koyma gücüne sahiptir. Tüm bu çağlar boyunca üretim araçlarına sahip olanlar ve siyasi iktidarı elinde bulunduranlar için emek "kutsal" olagelmiştir, çünkü zenginliklerinin ve de kudretlerinin yegane kaynağı emektir. Dolayısıyla emeğin kutsallaştırılışını emeğin ürününe el koyan sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları bir mit olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir.
Egemen sınıfların ideolojilerinin egemen ideoloji haline geldikleri yünündeki marksist önermeyi hatırlayalım.** Bu durum özellikle de zenginliğin kendisinin zenginlik yaratmanın esas prensibi haline geldiği Modern Çağ için geçerlidir. Günümüz dünyasının egemen sınıfları için emek her zamankinden daha da kutsaldır. Emekçi sınıfları içinse her zamankinden daha çok kendi sömürülerini derinleştirme aracı haline gelmiştir. Açıktır ki bu insanlar için emeğin hiç bir kutsal yanı yoktur. Emeğin daha demokratik bir biçimde değerlendiği, daha farklı bir biçimde toplumsallaştığı bir düzenin kurulması bu sınıfların lehinedir. İşte tam da bu noktada, emeğin egemen sınıflar tarafından kutsallaştırılmasındaki ikinci kritik hususla karşılaşıyoruz. Kutsal olanın ilahi adaletin tecellisi olarak kavranması; emeğin, insan üstü olduğu kadar tarih üstü olması. Yani mevcut emek rejimini dönüştürmenin mümkün ve istenir olmaktan çıkarılması.
Oysa tarihin kendisi bu kutsallık iddiasının yersizliğini göz önüne sermektedir. Köle emeğinin ücretli emeğe dönüşümünü, ya da son 150 yıl içinde kapitalist üretim ilişkileri temelinde şekillenen farklı toplumsal formasyonları düşünelim. Bu dönüşümlerin varlığı kendiliğinden emeğin "kutsal" bir şey olmadığını göstermektedir. Önemli olan kutsallık maskesi ardına saklanan bu tarihselliği emekten yana bir toplumsal düzen doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda öne çıkan isimlerden birinin fikirlerini ele alarak devam etmek istiyorum.
Antonio Gramsci, 1. Dünya Savaşı yıllarında aktif bir biçimde katıldığı sosyalizm mücadelesini, İtalyan Komünist Partisi'nin kuruluşuna katılarak ve daha sonra bu partinin liderliğini üstlenerek sürdürmüş, yaşamının son yıllarını bu yüzden hapishanede geçirmiş ve aynı zamanda 20. Yüzyıl'ın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir düşünce adamıdır. Fikirlerini ağırlıklı olarak hapishane yıllarında tuttuğu defterlerden öğrenmekteyiz. Bu defterlerde işlenen konuların temelinde 1919-21 yılları arasında yaşanan işçi konseyleri deneyimi, konseyler etrafında oluşan hareketin başarısızlığa uğraması ve faşizmin yükselişi gibi konular bulunmaktadır. Gramsci, işçi konseyleri etrafında oluşan politik harekete yoğun ilgi göstermiştir. Bu ilgi ve desteğin nedeni, işçi konseylerini sosyalist mücadele açısından niteliksel olarak sendikalardan daha üstün görmesidir. Gramsci için sendikalar, kapitalist sistem içinde iş gören kapitalizmin kendini yeniden üretişi ile kavgası olmayan bir örgütlenme biçimidirler. İşçi konseyleri ise işçilerin üretim süreçleri üzerinde doğrudan belirleyici olmalarını sağlayan ve bu niteliği dolayısıyla sosyalist toplumun nüvelerini içinde taşıyan bir örgütlenme biçimidir.***
Gelelim bizdeki 1 Mayıs kutlamalarına. Yazının başında aktarıldığı gibi bu yıl 1 Mayıs'ı nihayet Taksim'de kutlayabileceğiz. Bunu elbette bir kazanç olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Neredeyse kendisi bir gelenek halini almış olan bir mücadelenin ürünü çünkü. Bununla birlikte çok önemli bir mücadelenin başlangıcı olma potansiyeline sahip. Bu potansiyelin gerçekleşebilmesi için, Taksim mücadelesinin niçin verildiğini sorgulamak gerekiyor. "1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamanın kendisi bir amaç mıdır?" sorusunun yanıtı önemli. Eğer olumlu bir yanıt verecek olursak bu amaca erişmenin coşkusu ve aynı zamanda rehaveti içinde kutlama yapabiliriz.**** Ancak yanıtımız olumsuz ise asıl mücadelenin yeni başladığı fikrini ileri sürebiliriz. Böylelikle 1 Mayıs'ı Taksim'de kutluyor olmanın verdiği kendine güvenle emeğe takılmış olan kutsallık maskesinin yırtılıp atılması için yapılması gerekenleri soruşturmaya başlayabiliriz.
Yakın tarihimiz düşünüldüğünde 1 Mayıs'ı nerede kutlayacağımız oldukça önemli, ancak nasıl kutlayacağımız da önemli. Hangi somut öneri ve taleplerle bu kutlamayı gerçekleştireceğiz? Bence bugün ile 1 Mayıs günü arasında üzerinde düşünülmesi gereken en önemli soru budur. Benim görüşüm şöyle: Mevcut sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasındaki bağların durumu düşünüldüğünde, Gramsci'nin tanıklık ettiği işçi konseyleri benzeri örgütlenmelerin kurulması, atılması gereken en önemli adım olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla sınıf hareketi ile sınıf arasındaki organik bağı kurmaya yönelik siyasi, hukuki ve kültürel engellerin aşılmasını amaçlayan somut önerilere ve bu önerilerin hayata geçirileceği bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. Umarım bu yılki kutlamaların yaratmış olduğu fırsatı coşkulu kutlamalar ile birlikte emeğin kutsallığını ortadan kaldıracak bu türden somut adımların tartışıldığı bir forum olarak değerlendirebiliriz.
1 Mayıs'ta Taksim'de görüşmek üzere.
Not: Emek Sineması'nın kapatılmasının engellenmesi yönündeki talep, kesinlikle Taksim'de dile öncelikle dile getirilmesi gereken taleplerden bir tanesi durumunda.
*Vurgu bana ait.
** "Emeğin kutsallığı" sözü de bu tür bir ideolojinin dilimizdeki yansıması olarak değerlendirilebilir.
*** Gramsci bu konseylerle, Bolşeviklerin kurmuş oldukları iktidarı dayandırdıkları Sovyet'ler arasında bir paralellik kurmaktadır. Her ikisi de mevcut iktidara alternatif olarak ortaya çıkan kollektiflerdir.
**** 1 Mayıs "açılımı"nı dikta rejiminden çıkışın yaşandığı bir demokratikleşme atılımına indirgemek işçi sınıfı mücadelesini törpüleyen bir tavır olacaktır. Bu yılki 1 Mayıs'ın çok daha köklü gelişmelere gebe olma potansiyelini kaçırmamak gerekiyor.
Dasein, kelime anlamından (da-sein yani orada olmak) bağımsız bir biçimde varoluşu ifade etmek için kullanılan almanca bir kavram. Kavramın akıllara ilk olarak Martin Heidegger'i getirdiğine bakmayın, Hegel'in Fenomenoloji'sinden Jaspers'in Existenzphilosophie'sine kadar bir çok metinde Heidegger'in eklediği bir takım belirlenimlerden bağımsız olarak varoluş kavramının karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Dasein kavramı son zamanlarda ülkemizde ağırlıklı olarak Heidegger'in ortaya koyduğu biçimiyle yoğun bir biçimde tartışılmakta. Hasan Ünal Nalbantoğlu, Kaan Ökten, Meriç Bilgiç gibi entellektüellerin çabalarının bu süreçte etkili olduğunu belirterek bu kişilere buradan bir selam göndermiş olalım - Aziz Yardımlı'yı da unutmamak gerek aslında, "eşsiz" Türkçe'si ile Varlık ve Zaman'ı çevirdiğinde bir heyecan dalgasının ortaya çıkmasına vesile olduğunu hatırlıyorum. Varoluş meselesi aslında Heidegger bağlamından bağımsız olarak son dönem tartışmalarda yer almayı sürdürüyor. Bu tartışmalar kuşkusuz 60'lı yıllardakinden oldukça farklı minvallerde ilerliyor ancak postmodernizm hakkındaki tartışmalarda vs. görececilik meselesi üzerinden varoluşun alttan alta gündemi belirlediğini sezmek mümkün.
Bu yazının amacı yukarıda değindiğim tartışmalara doğrudan bir müdahalede bulunmak değil. Zaten yazının konusunun da tam olarak varoluş (Dasein) sorunu olduğu söylenemez. Daha çok bir varol-ama-yış (Da-nicht-sein*) durumu üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Yukarıdaki fotoğrafı 14 Mart pazar günü Bahçeşehir'de (İstanbul) çektim. Dikkatle inceleyecek olursanız, trafik levhasının hemen sağında beyaz bir reklam panosu gözünüze çarpacaktır. Biraz daha dikkatle incelerseniz bu levhanın turuncu renk bir tulum giymiş bir insanın, bir varoluşun ama aslında buradaki haliyle bir varol-ama-yışın boynuna asılı olduğunu görebilirsiniz. Kısaca "onun" hikayesinden bahsetmeye çalşacağım.
Bu arada belirtmek gerekir ki ilk önce çektiğim fotoğraftan panoyu taşıyan kişiyi yakından göstermediği için pek de memnun kalmamıştım, ancak üzerine düşününce sanki böylesi durumu daha uygun bir biçimde gösteriyormuş gibi gelmeye başladı, takdir sizin. Meraklısı için belirtmek gerekirse, levhada yaklaşık 1,5 km ötede inşa edilmekte olan rezidansın reklamı yapılıyor, ayrıca inşaatın yönünü gösteren bir işaret mevcut. - bu arada benzer panolardan yaklaşık bir düzinesi dahasının civarda konuşlandırılmış olduğunu öğrendik. İşin çarpık kentleşme boyutu midemi bulandırmıyor değil ama kavram seti hakkında pek bir şey bilmediğim bir konu üzerine atıp tutmak istemiyorum. En iyisi bu varoluş olayına geri döneyim. Ben fotoğraftaki kişiyle konuşma fırsatı buldum, sabahtan akşama kadar orada dikilmesi karşılığında 35 TL alıyormuş. Konuşmasından ücretten memnun olduğu sonucuna ulaştım. Üzerine basa basa o firmanın çalışanı olmadığını vurguladı. Artık tenbihli miydi yoksa kendisi mi sorularımızdan - yanımda iki arkadaşım daha vardı - ürktüğü için belirtmek zorunda hissetti o kadarını bilemiyorum. Ama panoyu boynuna dolayanlara laf gelmesini istemediği belliydi. " Ne de olsa ekmek parası" di mi? Ekmeğini yediğiniz yere zeval gelsin istemezsiniz.
Durumun bu insanların günlük 35 lira karşılığında haftasonlarını boyunlarında panolarla dikilirek geçirmeye muhtaç kalmalarının yani geniş anlamıyla iktisadi bir olay olmanın ötesinde bir ciddiyet taşıdığı konusunda hem fikir olabiliriz diye düşünüyorum. Meseleyi "Acaba teğet mi geçti yoksa vurup mu kaçtı?" seviyesinde tartışmak yeterli değil, hatta ayıp. Ancak yine de bu durum Marx'ın "yaşamın maddi üretimi" olarak tanımladığı biçimiyle ekonominin düşünce ile diğer bir deyişle bilinç biçimleri ile arasında kurduğu bağ üzerine bir şeyler söylememizi de engelleyemez. Başkası bu olayı biyo-politik kavramsallaştırması üzerinden de ele alabilir buna itirazım yok, ancak bence bu insanların üretim ilişkileri içindeki konumları ile dönemin egemen ideolojisinin insan varoluşu hakkında sahip olduğu tasavvur arasında bir paralellik var. Kapitalizmin aldığı yeni biçim çerçevesinde emekçi sınıflar içinde geleneksel anlamda işçinin, fabrikada çalışan doğrudan üretim süreci içinde yer alan işçinin sayısal oranı gerilemiş olabilir. Tekniğin gelişimi ile birlikte verimlilik öylesine artmış durumda ki, emekçiler yabancılaşabilecekleri bir ürün ortaya koydukları işlerde çalışma lüksüne bile artık sahip değiller. Ancak bu durum sömürünün ortadan kalkması ya da üretimin daha insanca bir biçim alması sonucunu doğurmuyor. İnsanlar üretkenliklerinden soyutlanıp birer "şey" haline geliyorlar. Yeterli sermaye bileşenine sahipseniz çok kısa bir sürede çok daha az emekgücü kullanarak bina inşa edebilirsiniz, böylece hiç bir güvence sağlamak zorunda kalmadan günlük 35 liraya birisini panonuza direk olarak kentin ortasına dikebilirsiniz. Düz - basit emek bu kadar değersizleşince, bu emeği dışında satabileceği başka şeyi olmayanlar artık birer kişi olmaktan da çıkıyorlar. Onlar artık sadece birer fiziksel entite olarak gündelik yaşamdaki yerlerini alabilirler.
Her insanın kendinde bir amaç olduğu yönündeki Kantçı önerme ya da insan varoluşunun özden önce geldiği ve herkesin bu varoluşu anlamlı kılma sorumluluğunda olduğu yönündeki en azından soyut bir eşitlik anlayışına sahip olan burjuva ideolojileri, kapitalizmin dönüşümü ile birlikte kağıt üzerindeki geçerliliklerini de yitimiş durumdalar. Artık bazı insanlar rezidansta yaşayıp, kendi yaşam alanlarını kendi başlarına temizleme zorunluluğundan kurtularak potansiyellerini gerçekleştirirken; bazıları da içinde insanlar otursun diye inşa edilen evlerin konumunu bildiren panoların asıldığı bedenler haline geliyorlar. Bu durum kendisini hizmet sektöründeki özel güvenlik ya da taşeron temizlik şirketlerindeki yoğunlaşmada hissettirmekteydi, ancak durum artık çok net. Rezidanstaki hiper varoluş ile sokaktaki varol-ama-yış artık iç içe geçmiş bir biçimde içinde yaşadığımız çağın özünü oluşturmakta. Ve bu varoluş hiyerarşisi kendisini ideoloji alanında yükselen değer olan kültürel rölativizm sayesinde meşrulaştırıyor.
Ben yukarıdaki karede görüntülenen durumu ilk olarak "yeni-kölelik" olarak adlandırmayı düşünmüştüm. Ancak sevgili dostum Kuzgun Leshe, bu kavramsallaştırmanın ele aldığım durumu tam olarak yansıtıp yansıtmadığını düşünmemi istedi. Evet yukarıda görsel bir biçimde aktarılan toplumsal ilişki belirli yönleriyle tabiyet ilişkisi olarak okunabilir. Hal böyle olunca durumu kölelik olarak etiketlendirmek kolay oluyor, ancak bu aynı zamanda belirli ölçüde kolaycılığa kaçma niteliği taşıyor. Modern öncesinin modern olan içinde bir anda belirivermesi gibi gösteriyor ele aldığımız ilişkiyi. Oysa durum bu türden bir olumsallıktan ziyade, kapitalizmin aldığı yeni biçim ve bu doğrultuda dönüşen egemen ideoloji bir arada düşünüldüğünde ortaya çıkan olasılıklardan birinin gerçekleşmesi olarak ele alınmaya daha uygun. Kendisinden emekçi sınıf ile burjuvazi arasındaki niteliksel farkı bir biçimde ortadan kaldırmasını beklediğimiz, bizlere eşitlik, özgürlük ve kardeşlik vaat eden modernite; insan varoluşunu hızla varol-ama-yışa, varlığın orada-oluşunu, orada-olamayışına indirgeyen bir yapıya doğru evriliyor. Sahip oldukları tek yeti olan emekgücü insanlardan koparılıp alınıyor. İnsan ile insan arasındaki ilişki, insan ile direk arasındaki ilişki biçimini alıyor. İnsan yani varoluş, bir tür varol-ama-yışa dönüştürülüyor. Tıpkı yukarıda yer alan resimdeki gibi. Bu yüzden Dasein kavramı insan varoluşunu ele alabilmek açısından değersizleşiyor, yerini Da-nicht-sein'a bırakıyor. İnsani bir varoluş olarak var olma uğrunda mücadele edilmesi gereken bir unsur artık. Sanırım hepimizin bu mücadelede yerini alma zamanı geldi de geçiyor.
* Da-nicht-sein kavramını varolamayış olarak karşıladım. Aslında bu da bir tür varoluşu betimliyor. Varlığını kendi özünü oluşturan nitelikler üzerine inşa etme olanağı elinden alınmış, bir "şey" olarak varolabilenleri anlatıyor.
Her insanın kendinde bir amaç olduğu yönündeki Kantçı önerme ya da insan varoluşunun özden önce geldiği ve herkesin bu varoluşu anlamlı kılma sorumluluğunda olduğu yönündeki en azından soyut bir eşitlik anlayışına sahip olan burjuva ideolojileri, kapitalizmin dönüşümü ile birlikte kağıt üzerindeki geçerliliklerini de yitimiş durumdalar. Artık bazı insanlar rezidansta yaşayıp, kendi yaşam alanlarını kendi başlarına temizleme zorunluluğundan kurtularak potansiyellerini gerçekleştirirken; bazıları da içinde insanlar otursun diye inşa edilen evlerin konumunu bildiren panoların asıldığı bedenler haline geliyorlar. Bu durum kendisini hizmet sektöründeki özel güvenlik ya da taşeron temizlik şirketlerindeki yoğunlaşmada hissettirmekteydi, ancak durum artık çok net. Rezidanstaki hiper varoluş ile sokaktaki varol-ama-yış artık iç içe geçmiş bir biçimde içinde yaşadığımız çağın özünü oluşturmakta. Ve bu varoluş hiyerarşisi kendisini ideoloji alanında yükselen değer olan kültürel rölativizm sayesinde meşrulaştırıyor.
Ben yukarıdaki karede görüntülenen durumu ilk olarak "yeni-kölelik" olarak adlandırmayı düşünmüştüm. Ancak sevgili dostum Kuzgun Leshe, bu kavramsallaştırmanın ele aldığım durumu tam olarak yansıtıp yansıtmadığını düşünmemi istedi. Evet yukarıda görsel bir biçimde aktarılan toplumsal ilişki belirli yönleriyle tabiyet ilişkisi olarak okunabilir. Hal böyle olunca durumu kölelik olarak etiketlendirmek kolay oluyor, ancak bu aynı zamanda belirli ölçüde kolaycılığa kaçma niteliği taşıyor. Modern öncesinin modern olan içinde bir anda belirivermesi gibi gösteriyor ele aldığımız ilişkiyi. Oysa durum bu türden bir olumsallıktan ziyade, kapitalizmin aldığı yeni biçim ve bu doğrultuda dönüşen egemen ideoloji bir arada düşünüldüğünde ortaya çıkan olasılıklardan birinin gerçekleşmesi olarak ele alınmaya daha uygun. Kendisinden emekçi sınıf ile burjuvazi arasındaki niteliksel farkı bir biçimde ortadan kaldırmasını beklediğimiz, bizlere eşitlik, özgürlük ve kardeşlik vaat eden modernite; insan varoluşunu hızla varol-ama-yışa, varlığın orada-oluşunu, orada-olamayışına indirgeyen bir yapıya doğru evriliyor. Sahip oldukları tek yeti olan emekgücü insanlardan koparılıp alınıyor. İnsan ile insan arasındaki ilişki, insan ile direk arasındaki ilişki biçimini alıyor. İnsan yani varoluş, bir tür varol-ama-yışa dönüştürülüyor. Tıpkı yukarıda yer alan resimdeki gibi. Bu yüzden Dasein kavramı insan varoluşunu ele alabilmek açısından değersizleşiyor, yerini Da-nicht-sein'a bırakıyor. İnsani bir varoluş olarak var olma uğrunda mücadele edilmesi gereken bir unsur artık. Sanırım hepimizin bu mücadelede yerini alma zamanı geldi de geçiyor.
* Da-nicht-sein kavramını varolamayış olarak karşıladım. Aslında bu da bir tür varoluşu betimliyor. Varlığını kendi özünü oluşturan nitelikler üzerine inşa etme olanağı elinden alınmış, bir "şey" olarak varolabilenleri anlatıyor.
(Bu yazı 2004 yılının ilkbaharında kaleme alınmıştır.)
Doğduklarında, yaşamak ve paylarını almak istiyorlar yaşamdan, (belki de daha çok ölümün dinginliğine kavuşmak) ve çocuklar bırakıyorlar arkalarında, aynı yaşam payını alacak.
Herakleitos
Konumuz postmodernizm olunca ele aldığımız nesneyi klasik anlamda bir tarihsel dönem olarak incelememiz bir hayli zorlaşıyor. Bu noktada içinde bulunduğumuz anın postmodern iklimin büyük ölçüde etkisini taşıyor olmasının ve bunun sonucunda postmodernizmin karakteristik özelliklerinin tam olarak anlaşılamamasının da etkileri var. Yalnız, postmodernizmi anlamak bu kavramın özsel nitelikleri bakımından da pek kolay bir iş değil. Ancak, belli konularda postmodernizm şimdiden bir çok şey söylemiş durumdadır ve insan, özne ve tarih konularında açıkladığı görüşler bize yeni bir dönemin paradigmalarını açıklıyormuş iddiasını taşıdığı izlenimini verebilir. Postmodernizmin özgünlüğünü tartışmadan önce belirtmemiz gereken bu yazıda az önce sıraladığımız insan, özne ve tarih konularını ve özellikle ‘insan’ kavramı çerçevesinde postmodernizmi tartışacağımızdır.
Herakleitos dikkatimizi logosun kanunlarına göre yönetilen evrende değişmeyen ve insana özgü bir öze çekmektedir. Yaşamak ve yaşamdan pay almak ve de arkalarında yaşamdan pay almayı amaçlayacak çocuklar bırakmak insanların diğer canlılardan çok daha kompleks anlamlar yükledikleri olaylardır. Ve bir insan/insan-özne fikrine kaynaklık edecek olaylardır. Ancak biz bugün bu fikrin matemini tutmaktayız çünkü öznenin ölümüne ve insanın tarih sahnesinden inmekte olduğuna duyulan inanç herhangi bir insan doğası fikrini olası kabul etmediği gibi ideolojik hegemonyasını da tamamen bu tür fikirlerin yapıbozumuna uğratılması aracılığıyla kazanmaktadır.
Postmodernizm her türlü özcü iddiayı altı çizilen özün niteliğine bakmaksızın gözardı etmektedir. Bu açıdan kendi özünün tüm üst-teorilere ve herhangi bir öz iddiasına karşı çıkmak olduğunu ileri sürebiliriz. Yani bunu, postmodernizmin kendi içinde çelişki yaratan ve kendisinin birçok alanda dogmatik önermeler ileri sürmesini sağlayan bir tür idealizmle iç içe geçmiş olduğu anlamında yorumlayabiliriz. Bu yeni idealizm de kültürelcilik adıyla bilinen bir indirgemecilik biçimiyle el ele gidecektir. Bu kültürelcilik aracılığıyla erkeklerin ve kadınların doğal ortak noktaları keskin biçimde değersizleştirilmekte, doğadan her söz açıldığında sinsi bir gizemselleştirilmenin iş başında olduğundan kuşkulanılmakta ve kültürel farklılığın önemi abartılmaktadır (Eagleton, s.27). Özellikle ontolojinin öneminin artması ve kimlik politikalarının ve mücadelelerinin günümüz politikasında oynadığı rolü düşünürsek bu indirgemeci kültürelciliğin ne oranda belirleyici ve hem teorik hem de pratik açısından ne kadar dışlayıcı olabileceğini görebiliriz.
Farklı kültürlerin tamamen kendi kendilerini doğruladıklarını ve karşılıklı olarak kıyaslanamaz olduklarını tahayyül eden kültürel görecelikçilik kendi kültürümüzü başkalarının eleştirilerinden yalıtır (zaten belli kültür çevrelerinin varolan hegemonyası bu çevrelerin lehine korunmaktadır). Ve yoksulların inlemeleri güvenle duymazlıktan gelinebilir (Eagleton, s.147).
Kültürel değerlerin popülerleştirilmesi yukarıda bahsettiğimiz öz olgusunun ve her türden seçkinciliğin karşısına set çekilmesini başlatmıştır. Öz konusuna tekrar değineceğim ancak şimdi seçkincilik kavramından bahsetmek istiyorum, çünkü seçkincilik de özcülük gibi bir tabu konumuna getirilmiştir, ancak seçkincilik, öncelikle belirtecek olursak ‘elitizm’ demek değildir. Seçkincilik seçenekler karşısında bazı öncelikleri ön plana çıkarmaktır. Peki öyleyse seçkincilikten kaçınan bir radikal politikanın hangi toplumsal güce hizmet etmek anlamına geldiğini sormak gerekiyor. Eagleton’un bu soruya verdiği cevap oldukça sarsıcıdır. Ona göre modern kapitalist toplumlardaki en dehşet verici seçkincilik karşıtı güç tüm ayrımları sığlaştıran tüm derecelendirmeleri tahrif eden ve tüm kullanım-değeri ayrımlarını mübadele-değerinin soyut niteliği altına gömen güç, yani ‘piyasa’dır. Seçkincilik karşıtı söylemiyle çıkılan yolda elde edilen sonuç toplumun ister istemez piyasa koşullarına göre yapılandırılması sonucunu doğurmaktadır. Seçkincilik karşıtlığının özellikle hedeflenmiş bir derinsizlikle harmanlanması sonucunda da ortaya postmodernizm; geç kapitalizmin kültürel mantığı olarak da anılmaktadır.
Özcülük, şeylerin belirli niteliklerden oluştuklarını, bu niteliklerin bazılarının fiilen bu şeyin kurucusu olduğunu ve dolayısıyla bu kurucu nitelikler dışarıda bırakıldığı ya da radikal ölçüde değiştirildiği takdirde söz konusu şeyin başka bir şey olacağını ya da hiçbir şey olmayacağını belirtir (Eagleton, s.118). Bir şeyin ne ise o olduğunu söyleyen basit bir indirgemecilik anlatısı olmayan özcülük; aslında bir şey ile başka bir şey arasında daima keskin kopukluklar olduğunu, her şeyin kendi hava sızdırmaz ontolojik uzamına kapanarak başka her şeyle bağlantısını kopardığı anlamına da gelmez. Oysa postmodernizm tam da bu yanılgıya kapılıp şeyleri birbirinden kopuk mutlaklıklar olarak tanımlayarak tümelleri ve evrensel olan her şeyi atomize etme görevini üstlenmektedir. Bu atomizasyon sayesindedir ki; şeyler arasında kurulabilecek olası bir tez anti-tez ilişkisinin yerine antitezlerden oluşan bir içe dönük mutlaklıklar kümesi oluşmaktadır. Bu duruma tepki kendini modernizm içerisinde tanımlayan çevrelerden gelmiştir. Tabi ki iletişimsel eylemin bu görecelikçiliğin alt edilmesinde bir rolü olabilir ama bu düşüncenin sınıf çelişkisi ve emek yönüne ağırlık veren bir ekonomi politik sistemiyle birlikte düşünülmesi gerekecektir.
Kısaca söyleyecek olursak özcülük sağ politikaya özgü bir şey değildir. Tarih içerisinde belirli bir özün olup olmadığı ve insanın burada nasıl bir rol oynadığı soruları, ayrıca insan açısından neyin özsel olup olmadığı ve özsel olarak ele aldığımız şeylerin değişime ne kadar açık olduğu sorularına vereceğimiz cevaplar bizlerin politik görüşlerimizdeki farklılıkları elbette yansıtacaktır ama bu soruların sadece sağ politikacılar için tanımlı olduğunu düşünmek pek akla yakın görünmemektedir. Zaten eleştirdiğimiz kavramları tarihsel hatta coğrafi bağlamlarından soyutlayarak eleştirmek postmodern ideolojinin bir hastalığıdır. Bu durum da tamamen Soğuk Savaş sonrasında kendini dünyanın mutlak hakimi olarak adlandıran kapitalizmin iktidarının hangi boyutlara geldiğinin altının çizilmesi için faydalı bir gösterge olarak anılabilir.
Postmodernizmin gazabına uğrayan bir diğer kavram ise tarihtir. Gerçi postmodernin kendisi bir tür tarihselcilik içerir ama teleolojik bir tarih kavrayışından çok uzak bir anlayıştır bu. Ve hiç de çoğulcu değildir. Aslında tarih; değişim ve aynı zamanda sürekliliktir. Ve ayrısal süreçlerden oluşmaktadır. Çok farklı ritm ve tempolarla örüntülüdür ve sayısız özdeşlik içerir. Süreklilik/kesintililik veya ilerleme/gerileme gibi tek bir mantıksallıkla açıklanamaz. Tarihin bağlamları hem kısa ve dar hem de uzun ve kapsamlıdır (Mulhern, s.22). Hem nokta zamanlı hem de akar zamanlıdır. Belli bir dönemi ele alabileceği gibi bir üretim tarzı veya bir dille de bağlamlanabilir.
Postmodernistlerin özel bir anlam ifade ettiğini yadsıdıkları ve tesadüfi ve kesintili olarak algıladıkları tarih bu iddialara şaşırtıcı bir cevap verecek kadar mahrum kalma ve tahakküm altına alınma örnekleri ve bunların devamlılığıyla doludur. Tarih bugüne dek bir anlamda, mülksüzlerin çok iyi farkındayken mülk sahiplerinin bir bütün olarak farkında olmadıkları bir dizi aşırı durumdan ibaret olmuştur. Mülk sahipleri açısından anormal görünen olağanüstü durumlar, mülksüzler açısından rutin durumlardır. Ama bunu ancak, uç-olmayan bir durumun nasıl bir görüntü arz edeceği konusunda daha önceden bir fikrimiz olması koşuluyla bilebiliriz. Ve bu fikir yalnızca tarihten serpilip gelişebilir tam da; Marksistlerin bu anlatının diyalektik ya da kendi kendiyle çelişkili olduğunu söylerken kastettikleri şey de budur.
Tarih açısından postmodernin ileri sürdüğü bir diğer önemli konu ise norm uç-durum ilişkisidir. Günümüzde bu ilişi uç-durum lehine öyle bozulmuştur ki, neyin aşırılık olarak adlandırabileceğimizi anlayabileceğimiz bir normun ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur. Yani yabancılaştığımız durum konusunda yargı yürütebileceğimiz ölçütlerin de yabancılaşması durumunu yaşamaktayız. Bu yüzden artık dengeye değil yanılsamaya değer verilmekte ve bu yüzden Harvey günümüzde yabancılaşmanın yerini şizofreni almıştır derken çok önemli ve bir o kadar da doğru bir noktaya parmak basmış olmaktadır.
Tarihsel materyalist bir bakış açısıyla postmodernizmi ele alan ilk düşünür Fredric Jameson olmuştur. Geç kapitalizmin kültürel mantığı olarak gördüğü postmodernizmi anlamak için Jameson’un yöntemine bir göz atmakta fayda var sanıyorum. Jameson postmodernizmi sermayenin ekonomik düzeninin nesnel dönüşümlerine bağlayan ilk yazardır (Anderson, s. 81 - 95). O, postmoderniteyi hakim üretim tarzının tarihindeki yeni bir aşamanın kültürel belirtisi olarak anlamıştır. Bu nokta tam da Fordist üretim modelinden Post-fordist üretime geçişi teorikleştirmiş ve sermayenin daha da egemen olduğu bu dönemin kültürel mantığı olarak postmodernizm anılmıştır. Bununla birlikte evrenin tamamen doğadan temizlenişiyle birlikte kültür her yanı kaplamaya başlamış ve sektörleşerek metalaşmıştı. Bu durum öznenin deneyimi açısından da yeni sonuçlar doğurmuştur. 60 ve 70’li yılların acı dolu ve tüm umutları yok eden yenilgisi sonucunda ortaya çıkan postmodernizm tarihin yerine imgesel bir şimdiki zamanı koymuştur. Telekomünikasyon alanındaki gelişmeler sonucunda mekan zaman üzerine hakim kılınmış bir ‘histerik yüce’ miti doğmuştur. Libidinal yatırım ve tüketim çılgınlığı bir tür nihilizmin (liberter ya da anarşist veya ikisi birden) doğuşuna yol açmıştır.
Kültürel alanda ise görsel olana bir öncelik tanınmıştır. Kurmaca, pastiş ve kurgulanmış yapay geçmişler sanatın tüm dallarında hakim kılınmıştır. Ve sonuç olarak kültürel alanlar arasındaki farklılaşmayı ortadan kaldıracak politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Bu yeni kültürel dönemi öncekilerden ayıran, bu dönemde kültürün başlıca alım satım nesneleri alanına girmesi ve özellikle dönemin siyasal seçkinlerinin de sık sık kültür alanındaki yenilikleri kendi çıkarları doğrultusunda manipule etmeleri; ve bunu sağlamalarına karşı çıkacak bir avand-garde akımın olmamasıdır.
Postmodern kültürün taşıyıcıları ve sermayenin üretiminde aktif rol alanlar özellikle gelişmiş kapitalist toplumların hizmet ve spekülasyon sektörlerinde görev alanlar olmuştur. Bu yeni-zengin çalışan ve uzman kesimin (yuppielerin) üzerinde büyük çok uluslu şirketler bulunmaktadır. Ve bir yandan da geleneksel sınıfların miatlarını doldurdukları ilan edilmiştir. Modernizm zaten aristokrasinin ve doğallığın bitirilişiyle görevini yerine getirmişti, oysa şimdi onunla birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfı ve sermaye iktidarının kadim düşmanı olan işçi sınıfı ise aşılmıştır. Yeni enformasyon toplumunun sınıf çelişkilerine ayıracak vakti yoktur ve bu toplumda üretilen enformatik metaların (enformasyonun kendisi de bir metaydı) tüketicileri başka dilden konuşan insanlar olmalıdır.
Birçok çalışmada ele aldığı postmodernizme karşı ahlakçı bir bakış açısıyla yaklaşmaktan çekinen Jameson için postmodernizmin eleştirisi ideolojik bir karşı çıkıştı, ancak Jameson bu karşı çıkışın yeterli olmayacağını anladığı için postmodernizmi kavramaya çalışmış ve döneme ilişkin anlayışı bir tür şizofreniden kurtulmak için dönüştürmeye çalışarak ciddi bir diyalektik görev üstlenmiştir.
Başlangıçtan beri açıklamaya çalıştığımız postmodernizm sermayenin yeni bir aşamasında ortaya çıkmış ve klasik anlamda sınıfların sonunun geldiğini ilan ederek tarihin sonuna yaklaştığımızı belirtmiştir. Bunu da imgelere ve derinsizliğe yaptığı vurgularla sağlamlaştırmıştır. Ancak postmodernizmin iddiaları tersinden okunduğunda rahatlıkla görülebilir ki; postmodernizm, modernizme getirilen haklı eleştirilere dayandığını iddia edilerek temelde kapitalizmin içsel diyalektiğinin bir sonucu olan değişimlerin sosyo-kültürel yansımalarını içeren bir mistifikasyon mekanizmasıdır.
60’ların sonunda yükselişe geçen ve 73’te doruk noktasına ulaşan krizler sonucunda zaman mekan deneyimi değişmiş, bilimsel ve ahlaki yargıların bağıntısı konusundaki güven çökmüş , toplumsal ve entelektüel ilginin ana kaynağı olarak estetik etiğe galebe çalmış, imgeler anlatılara göre üstün bir üstün bir konuma yükselmiş, gelip geçicilik ve parçalanma ebedi hakikatler ve bütünsel politikanın karşısında öncelik kazanmış ve dünyayı açıklama çabası maddi ve politik-ekonomik temellendirmeler alanından özerk kültürel ve politik pratikler yönüne kaymıştır. Bu kayış zaman ve mekanın nesnel niteliklerindeki devrimsel değişikliklerin sonucudur. Ve dünyaya bakış tarzımızın değişmesiyle sonuçlanmıştır. Özellikle zamanın mekan üzerindeki önceliğine son verilmiş mekansal açıdan (felsefi olarak ‘Varlık’ın ‘oluş’a göre daha önemli hale gelmesine paralel olarak) mahal-varlık, mekan-oluşa göre daha temel bir anlam kazanmıştır. Jeopolitiğin artan önemi, heterotopia kavramı ve kültürel görecelikçilik maddi temellerini bu olgudan almaktadırlar. Yukarıda sıraladığımız bu gelişimlere genel olarak ‘zaman-mekan sıkışması’ diyoruz (Harvey, s. 270).
Zaman - mekan sıkışmasını aynı zamanda şöyle de açıklayabiliriz; sıkışma zamanın ve mekanın maddi süreçlerden bağımsız olmaması sonucu ortaya çıkar. Mekan oluş bildirmektedir (oysa mahal varlık bildirir ve maddi süreçlerden bağımsız olarak kavranabilir). Bu da zamanın estetikleştirme yoluyla mekana indirgenmesi anlamına geliyor. Bu süreç başta da belirttiğimiz gibi maddi süreçlerden ve toplumsal ilişkilerden bağımsız değildir ve bu yüzden toplumsal ilişkilerin içerisinde barındırdığı iktidar ilişkilerini de yansıtır. Sermaye ve emek arasındaki çelişki ifadesini bu şekilde bulur, ancak zaman mekan ilişkisi bu çatışma dönemlerindeki belirli durumları anlatır, zaman-mekan sıkışması genelde sermayenin hegemonyasını yitirme tehlikesiyle yüzyüze kaldığı, belirsizliğin hüküm sürdüğü patlayıcı zamanlardır. Ve hegemonyanın devamı ancak ve ancak zaman-mekan sıkışması sonucunda iktidarın büyük ölçüde yeniden farklı kurumsal araçlarla sağlamlaştırılması (upgrade) sonucunda mümkün olabilir.
Modernizmin bünyesinde barındırdığı emek sermaye çelişkisi kapitalizmin zaman-mekan sıkışması yaşamasına neden olmuştur. Daha önce her eylemin bir maddi kaynağı olduğundan bahsetmiştik. Bu maddi kaynak toplumsal ilişkiler bütünü tarafından belirlenmektedir. Ancak emek ve sermaye olgularının temelindeki maddi süreçlerin tamamen birbirlerinin anti-tezi olmalarından kaynaklanan durum Fordist hegemonyanın dahi bu çelişkinin yarattığı toplumsal çatışmanın hakkından gelmesini olanaksızlaştırmıştır. Artık burjuvazinin ve proleteryanın ölümünün ilan edilişi bu çatışmanın bir daha yaşanmaması ve liberalizmin evrensel zaferinin ebediyetinin sağlamlaştırılması amacını taşımaktadır. Esnek üretim, alternatif emek, ürün farklılaştırılması ve enformasyon gibi konuları bu bağlam içerisinde yaşanan dönüşümün ekonomi politiğini incelerken ele alacağız.
Kapitalizmin 20. yüzyılın son çeyreğinde geçirdiği dönüşümü açıklamak için öncelikle herhangi bir kapitalist üretim tarzının üç ana özelliğine değineceğiz (Harvey, s. 199 - 210). Öncelikli olarak söylememiz gereken kapitalizmin yüzünün büyümeye yönelik olduğudur. Karı mümkün kılıp sermaye birikiminin devamını sağlayan ve rekabet ortamı içerisinde büyük bir avantaj kaynağıdır büyüme. Büyümeye duyulan ihtiyaç onun bir erdem olarak lanse edilmesini ve ilerlemenin (ta ki tüm doğallıklar yıkılıncaya ve sermaye evrensel hakimiyetini kuruncaya dek) tarihin özgül bileşenlerinden biri olduğu iddiasını gündeme getirmiştir ve modern çağın temel özelliklerinden biri olarak ilerleme nosyonunun adı sıkça zikredilir hale gelmiştir.
Büyüme emek artı-değerinin sömürülmesine dayanmaktadır. Bu emeğin düşük ücret alması anlamına gelmeyebilir. Önemli olan emeğin yarattığı ile elde ettiği arasındaki farktır. Bu sömürü mekanizması beraberinde sermaye ile emek arasındaki çelişkiyi de getirmektedir ki bu kapitalizmin temel özelliklerinden biridir. Ve belki de en sancılısıdır. Teknolojik ve organizasyonel bakımdan dinamik olmak ise bir diğer özelliktir. Bu dinamizm bir yandan kar maksimizasyonunun sağlanmasını, piyasa koşullarında kapitalistler arası ilişkilerde avantajı sağlarken diğer bir taraftan da işgücü piyasalarında ve emek üzerinde bir denetim mekanizması oluşturmayı hedeflemektedir.
Yukarıda saydığımız çatışma odakları kapitalist üretim tarzının temel özellikleridir, ancak bunlar aynı zamanda zaman-mekan sıkışmasının yaşanmasında da önemli roller üstlenirler. Bunlardan biri veya diğerlerinde yaşanabilecek zaman-mekan sıkışmaları bizlerin dünyaya bakışlarımızda gerçekten köklü değişimler geçirmemize neden olabilir. Nitekim fordist üretim tarzının yerini post-fordist üretime bırakması, yani örgütlü kapitalizmden örgütlenmemiş kapitalizme geçiş de böyle bir dönemde gerçekleşmiştir. Sermaye küresel çapta örgütlenmesini tamamlarken emek cephesinde alternatifler yaratılarak örgütlü emeğin sermaye karşısında gösterebileceği olası bir devrimci tutumun başlamadan engellenmesi amaçlanmıştır. Farklı söylemlerle ve imajlarla böyle bir çelişkinin artık ortadan kalktığı ifade edilmiştir.
Fordist kitle üretiminin büyümeye ve refah artırımına yönelik politikaları sermayenin piyasadaki iktidarını bir süreliğine sarsmıştır ancak savaş sonrasında tavana vuran talep trendi yerini durgunluğa bırakınca planlı ekonomi için çıkmaz bir sokağa atılmış ilk adım gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte 60’ların sonundan itibaren artan emek ve çeşitli türden demokratik taleplerin refah devletinin hegemonyasını son derece zayıflatmış olduğunu söyleyebiliriz. Durumun ciddiyeti dünya çapındaki 30 yılı aşkın yeni sağ iktidarlarının varlığına yol açmıştır. Ayrıca planlama ve organizasyon yönünden de katı ölçek üretimi yeni talepleri karşılayamaz ve gün geçtikçe genişleyen emek cephesini denetleyemez hale gelmiştir.
İşte bu toplumsal koşullar kapitalizmi 29 Bunalımı’ndan sonra yaşanan en büyük zaman-mekan sıkışmasını hazırlamıştır. Kapitalizm yok olmaya yüz tutmuş hegemonyasını yeniden ve daha güçlü şartlar altına kurabilmek için yeni bir ‘düzenleme’ye gitmiştir. Bu düzenleme fordist üretimin özelliklerinin piyasa ekonomisi çerçevesinde hatta piyasayı daha da güçlendirecek şekilde zıt kutuplara dönüştürülmesini kapsamaktadır. Ortaya çıkan yeni esnek üretim tarzına post-fordist üretim denmektedir.
Post-fordist düzenlemenin bazı özelliklerini burada sıralamamız gerekmektedir (Harvey, 202 - 205). Küçük deste üretimi, stoksuz çalışma, üretkenliğin arttırılması, talep tarafından yönlendirilme, taşeron verme üretim sürecinde gerçekleştirilen dönüşümlerdir. Emek açısından ise çoklu görev (Taylorculuğun sonu) prim sistemi-kişisel ödeme, yatay örgütlenme ve uzun iş başı eğitim yeni düzenin getirdiklerinden bazılarıdır. Ve de emek dünyası içerisinde de bir hiyerarşi yaratılmak istenmektedir, öyle ki; kalifiye çekirdek işçiler için yüksek düzeyde istihdam güvencesi sağlanırken çoğunluğu oluşturan geçici işçiler için iş güvencesi ve iyi çalışma koşullarından bahsetmek imkansızdır.
Postmodernizmin zaman üzerinde mekanın zaferini ilan etmiş olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu dönemde yaşanan mekansal kümeleşme ve bütünleşme iş gücü piyasasının farklılaşmasını sağlamıştır. Devlet örgütlenişi açısından ise yeni bir düzenleme (deregülasyon) anlayışının ortaya çıktığını ileri sürebiliriz. Esnek ve sosyal yönü gittikçe zayıflamış olan yeni devlet, ademi merkezileşmeye ve girişimciliğe daha çok önem vermektedir. Piyasalara ise tedarik politikaları aracılığıyla doğrudan müdahale edilmektedir. Uluslararası alanda artan istikrarsızlık jeopolitik istikrarsızlıklardan beslenmektedir.
Sonuç olarak modernizmin yaratıcı yıkımının yerine bireyselleşmenin hakim olduğu, kaotik bir dünya algılayışı yerleşmiştir. Bunun oluşmasında Aydınlanmacı Akıl’ın ve kapitalist modernleşmenin tıkanması mı yatmaktadır? Yoksa gerçekten yalnızca belli tanım aralıklarında ele alınabilen tamamen bireyin deneyimlerine ve iradesine bağlı olarak yol alabileceği bir kaos ortamında mı yaşıyoruz ve bunu kavramamız bizi öte-anlatılardan uzak mı tutmalı? Herhalde eleştirinin ve eleştirel aklın hiçbir öneminin kalmadığını ileri sürecek kadar da ümitsiz ve dogmatik bir dünyada yaşamıyoruzdur.
Peki nasıl oluyor da buraya kadar tartıştığımız postmodernizm kendisini özgün bir toplumsal formasyon olarak ortaya koyuyor ve meşruiyetini nereden alıyor? Şimdi bu soruları postmodernizmin yukarıda kısaca incelemeye çalıştığımız politik ekonomisiyle ilgili olarak aktardığımız notları aklımızda tutarak cevaplandırmaya çalışalım.
İlk olarak özgünlük tartışmasından başlayalım. Bu yazının boyutları nedeniyle ne yazık ki yeterince ele alamadığımız ekonomi politik konusundaki tartışmalara göz atınca post-fordist dönüşümün iki farklı ayağı olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle değişen ekonominin sermaye boyutunu inceleyecek olursak temel hedefin sermayenin hem üretim hem de tüketim aşamalarındaki devir sürelerinin kısaltılması olduğunu görebiliriz. Fordist üretimin çözemediği çelişkiler sonucu ortaya çıkan aşırı birikim krizinin çözülmesinde sermayenin yapısının esnekleştirilmesinin payı büyüktür. Öyle ki sermaye artık neredeyse ‘hayali’ sermayeye dönüşmüştür. Aslında bu dönüşümün kendisi hayalidir, çünkü para bir değer birimi olarak ve bir mübadele birimi olarak da toplumsal ilişkiler bütünüyle yani belli bir zaman ve mekanla sınırlıdır. Sermayeyi cisimsiz her zaman her yerde olabilen soyut bir varlık olarak algılamak büyük bir hatadır. Kapitalizmin esas çelişkilerinden biri her zaman tüm engelleri aşmasını arzuladığı sermayenin zaman ve mekanla bağlı olduğu gerçeğidir. Günümüzde bunu aşmış olduğunu iddia eden kapitalizm aslında bir aldatmaca yapmaktadır ve bu aldatmaca kapitalizmin önemli bir özü haline gelecektir. Buna sonra değineceğiz ama söylemek istediğimizi farklı bir şekilde ifade edecek olursak kapitalizmin sermayenin devir süresinin hızlandırılmasını meşrulaştırmak için ortaya attığı sanal sermaye fikri temenniye dayalı bir aldatmacadır. Ayrıca bu aldatmaca post-fordist dönüşümün öteki ayağı olan emeğin esnek üretim sürecinde tamamen denetim altına alınması sürecinde de kullanılmaktadır. Zamansal ve mekansal kaydırmalar sonucu iyidiş edilen örgütlü emek soyut sermaye ile başa çıkma konusunda alternatifsiz bırakılmıştır.
Tekrarlayacak olursak post-fordist üretim tarzı aslında kapitalizmin çok bilinen özelliklerinin özellikle refah devleti ve sosyalizm cenderesinden kurtarılıp bir takım kurumsal yeniliklerle birlikte piyasaya sürülmüş halidir.
Şimdi gelelim ikinci soruya. Eğer şu anda hiç de abartıldığı kadar özgün bir üretim tarzı koşulları altında yaşamıyorsak nasıl oluyor da postmodernizm kendisini bizim yaşamla ilgili tüm algılarımızı tamamen değiştirebilecek bir meşruiyet zemini yaratabiliyor?
Bu sorunun cevabını verebilmek için iki farklı düşünürün fikirlerine atıfta bulunmamız gerekmektedir. İlk olarak Daniel Bell ve enformasyon toplumu fikrini kısaca ele alalım (Kumar, s. 14 - 15). Bu teoriye göre artık klasik anlamdaki sermaye önemini yitirmiştir ve yeni toplumda yönünü bulabilmek ve toplumsal bir faaliyette (politika, üretim, sanat, vs.) bulunabilmek için kişinin esas olarak ihtiyaç duyduğu şey enformasyondur. Bu enformasyondur ki, bilimsel bilginin metalaşmış halidir ve meta olduğu kadar aynı zamanda diğer metaların oluşması için kullanılan üretim faktörleri arasına girmektedir. Bunun sonucunda kendine has statüler ve çelişkiler yarattığı gibi toplumsal ilişkilerin yeniden ve yeniden üretilmesinde çok önemli hatta en önemli bir rol oynamaktadır. Ve tabii ki beraberinde enformasyon toplumu teorisyenleri tarafından tersi düşlense de bir çok kompleks iktidar ilişkilerini de getirmektedir, mesela istihdam kapasitesinin sınırlı kaldığı ve iş güvencesinin azaldığı bir ortamda telekomünikasyon araçlarını kullanabilen ve gerekli teknik eğitime sahip kişilerle emek kesiminin genelinin rekabete girebilmesi ileri kapitalist ülkelerde dahi pek mümkün görünmemektedir. Bu sadece basit bir örnektir ve enformasyonun kullanımı ve üretimi esnasında daha büyük çatışmaların meydana geleceğini göstermektedir.
Burada anacağımız diğer düşünü ise yine Jameson’dur. The Cultural Turn adlı kitabında şöyle söylemektedir (Anderson, s. 152) :’ … bugün, imgenin evrensel metalaşması güzelliği soğurmuş, kurulu düzenin sahte cilasına dönüştürmüştür. Günümüzün metası imgedir (image), bu yüzden güzelliğin, ticari üretimin mantığını olumsuzlamasını beklemek boşunadır, bu nedenledir ki bugün bütün güzellikler aldatıcıdır.’ Altını çizmek istediğimiz şey günümüzün metasının imge olduğudur. Yukarıda enformasyon ile ilgili olarak söylediklerimiz aslında imge için de geçerlidir. Bu ikisi de mevcut iktidar tarafından belirlenmeye mahkumdur ve bu halleriyle toplumun manipülasyonu için paha biçilmez birer araçtır. Bir anda tüm dünyayı kaosa çevirebilecek ya da binlerce kilometre ötedeki bir ulus-devleti bombalayacak kadar da güçlü olabilirler. Enformasyon ile imge (image)ın birlikteliğine kısaca emaj diyelim. Emajın üretimi, genel üretim faaliyeti içerisinde oynadığı rol, diğer üretim faktörleriyle arasındaki ilişki, ve ortaya çıkardığı çelişkiler uzun uzun tartışmaya değer. Ancak burada bu kavramın insanların dünyayı algılayışında ve insanın algılanışında meydana getirdiği farklılıkları vurgulamak ve buna karşı bir alternatif oluşturulup oluşturulamayacağını tartışmak istiyorum.
Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi postmodernizm bir tür plebleşmeyi ortaya çıkarmaktadır (Anderson, s. 155): Ancak bu plebleşme sınıflar arası uzaklığın kapanması, toplumsal farklılığın topyekun ortadan kaldırılması olarak değil, kolektif imgelemde herhangi bir öteki ulamının silinmesi ya da bastırılması olarak gerçekleştirilmesidir. Postmodernizm günümüzde Reform’un Rönesans için olan anlamını modernizm için ifade etmektedir. Bu anlam yaygınlaşma ve sulandırmadır. Ancak aradaki fark Reform’un imgeleri kırıcı etkisine karşın postmodernizmin çok daha negatif bir diyalektik süreci ortaya çıkarmasıdır. Modern kültür bayağılaştırılıp sulandırılarak yaygınlaştırılmaktadır. Nicelik niteliğin yerini alırken kültür, politika ve felsefe tüm eleştirel niteliğini kaybetmektedir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız türden bir plebleşmeyi (öznesizlik olarak da algılayabiliriz) tabana yaymak için enformatik imgelerin (emaj) önemli bir işlevi vardır. Postmodern kültür aracılığıyla seçkinciliğin yok edilmesi ve artan yüzeysellik insanları pasif ‘yupi’ler haline getirilmesine yol açmaktadır. Bununla birleşen bir gelip geçicilik ve anti-didaktiklik, zeminsizlik ve farklılıkların büyük ölçüde mutlaklaştırılması insanları gerçekten sanal bir dünyaya ait olduklarına inandırmaktadır. İşte bu noktada emaj dediğimiz şeyin üretilmesi ve tüketimi insan, özne ve tarih bilinçlerinin silinmesine ve hatta etnik ve cinsiyet gibi kültürel kimlikler haricindeki tüm kolektif kimliklerin yok edilmesi misyonunu yerine getirmektedir.
Kendi aklı, bilinci ve iradesi kapsamında eyleyen öznenin yerine imgeler tarafından belirlenen, bireyselleştirilen bir insan tipolojisiyle karşı karşıyayız. Bırakın toplumsal ilişkiler bütünü tarafından koşullandırılmış bireyi, kendi iradesi dışında aklına ve toplumsal bilincine bile güvenemeyen şizofren bireyle karşı karşıyayız. İradenin de yeni toplumsal düzenin kitlesel metası haline gelen emaj aracılığıyla rahatça manipüle edilebildiğini düşünürsek durumun hiç de ferahlatıcı olmadığını anlayabiliriz.
Bir an için durup postmodernin ontoloji anlayışının altını çizmek için Eagleton’a söz verelim (Eagleton, s. 47): ‘Postmodernizm politik açıdan farklılık, çoğulculuk, ve kültürümüzün alacalı bulacalı doğasını hoşnutlukla karşılamamız gerektiğine inanır ve bazı postmodernistler de dünyanın belirli bir varoluş tarzına sahip olmayışını tüm bunların “ontolojik” gerekçesi olarak sunar. Daha sonra bu ontoloji, dünyanın var olma tarzına (farklılık ve özdeşsizlik) uygun olarak yaşamamız gerektiğini ileri sürerek etiğini veya politikanızın temellendirilmesini önerir.’ Buradaki çelişki hiçbir birliğin ve özdeşliğin olmadığı bir dünyada bizden belli bir var olma tarzına uygun olarak yaşamamızın beklenmesidir. Bu tarz çelişkiler ve tarihin teleolojisi fikrinden kaçış günümüzde insan doğası fikrini yok etmiştir. Şizofreninin temelleri de buralarda aranmalıdır.
İnsan doğası düşüncesi ile ilgili olarak bir alternatife sahip olup olamayacağımızı tartışmaya geçmeden önce son bölümde söylediklerimizin bir tekrarını yapmakta fayda var sanıyorum. Fordist üretim tarzının içine girdiği birikim krizi post-fordist üretim tarzına geçilmesine yol açmıştı. Bu dönemde enformasyon ve imge genelde iç içe geçmiş bir halde (emaj) üretim faaliyetinin temel aktörü haline geldi ve yepyeni statülerin ve çelişkilerin kaynağı oldu. Kapitalizmin girdiği bu yeni dönem insanın algılarında önemli değişikliklere yol açtı ve bu tamamıyla doğallıktan sıyrılmış dönemin kültürel mantığı da postmodernizm adını almıştır. Postmodernizm insan doğası fikrini tamamen reddetmektedir ve enformatik imgenin kitleselleşmesiyle tamamen sanal zevklere ve ‘gerçekliklere’ dayalı bir toplum kurma yolunda ilerlemektedir.
Postmodernizmin bu yanılsamalarına karşın tarihi bir tür teleolojik yaklaşımla açıklayan tarihsel materyalist öğretinin bu konuda çok daha verimli fikirleri olduğunu söyleyebiliriz. Tarihi bir sınıf savaşımları bütünü olarak algılayan Marksizm sosyalizm fikrini insanların kendilerini gerçekleştirebilecekleri, kendi ihtiyaçlarına cevaplar üretebilecekleri ve kendi toplumsallıklarını örgütleyebilecekleri bir proje olarak ortaya koymuştur. Ancak Marksist yazın içerisinde de insan doğası fikrine muhalefet eden akımlar mevcuttur. Ama yine de Marksist öğretiyi takip ederek postmodern insan tahayyülüne karşı alternatif materyalist bir insan anlayışı yaklaşımı gerçekleştirmek mümkün olabilir.
İnsan doğası diye bir şey olmasaydı nasıl olurdu da yabancılaşmadan, meta fetişizminden ve enformasyon/imge bombasından-şizofreniden bahsedebilirdik. Eğer insan sürekli parçalanıp farklı bağlamlarda birleşen yapılar tarafından oluşturuluyorsa bu yapıların oluşumlarına yön veren bir insandan bahsetmememiz bir tür idealizm değil de nedir? İnsanların kendini gerçekleştirme isteklerini yerine getirebilecekleri bir toplumu teorize edebilmek için öncelikle nasıl bir insan doğası anlayışını reddetmek zorunda olduğumuzu belirlemeliyiz. Zira insan doğası fikri kabaca insanların ortak ve değişmeyen özelliklerine atıfta bulunmaktır. Yani bir öz kavramına baş vurmaktır, ancak bu öz kavramını rasgele seçebilme gibi bir lüksümüz yok; bugünden yola çıkarak geçmişimizi kaplayan ve yüzü geleceğe dönük bir özgürleşme kuramı tüm bu süreci kapsayacak ve açıklayacak parametreleri kullanmak zorundadır ve salt ethik değerlere ve bilimsel bilgiye göre değil aynı zamanda ulaşılması gereken, arzu edilen geleceğe göre de inşa edilmelidir. İnsan doğası fikrinin ve buna yönelik bir teorinin diyalog içersinde yürümesini bu şekilde sağlayabiliriz.
İnsan doğası denince genelde dini teolojilerin veya idealist felsefenin kurguladığı ‘İnsan’ aklımıza gelmektedir. Bu anlayışları incelediğimizde din öğretilerinin insanın doğasını dıştan belirleyerek önceden verilmiş bir insan doğasının mevcudiyetini dayattığını, İnsan ideasının ise tüm insan varlıklarından soyut genellikle ancak belli sayıdaki şanslı kişilerin ulaşabileceği bir dışsallığı belirttiğini görebiliriz. Oysa bize düşen insan doğasını onun varolan tabiatına göre algılamaktır. Örneğin Hristiyanlık bizi vücudumuzun ve tabiatımızın hakimiyetinden kurtarmak ve bizi tabiyatın belirleyiciliğinden bağımsızlaştırmak ister (Geras, s. 66). “Böylece bizi belirleyici bir yabancı güce, bir prangaya, insana karşı cebre, ruhun özerkliğine karşıt bir bağımlılığa” göre tanımlayan bir insan doğası anlayışı koyar.
Şimdi bizim burada ele alacağımız insan doğası anlayışının iki ayağı vardır: Fizyolojik ve toplumsal. Toplumsal süreçlerin ve insan organizmasının ortaya çıkardıkları ihtiyaç ve gereksinimleri göz önünde bulundurmak insan doğasının belirli üretim tarzları çerçevesinde ne şekilde görünebileceğini anlayabilmemiz konusunda yararlı olabilecektir.
Öncelikle fizyolojik gereksinmelerden yola çıkacak olursak, insanın doğal olarak kendisine fizyolojik gereksinimleri karşılayabilmesini sağlayabileceği bir yaşam alanı oluşturma zorunluluğunun altını çizmeliyiz. Bu yüzden fiziksel ve mental kapasitesini kullanabilecek ve geliştirebilecek yaratıcılığa, yani üretkenlik (sınırlı da olsa bilinçli olarak ihtiyaçları doğrultusunda üretim yapabilme kapasitesi) özüne sahip olma insan doğasının vazgeçilmez bir bileşenidir. Ancak bu üretken kimlik insanların hayatlarını tek başlarına devam ettirebilmeleri için yeterli olamadığı gibi, onun insan doğasının yegane belirleyici özelliği olduğunu ileri sürmek de yanlış olur, çünkü bir çeşit toplumsallaşmadan bahsetmeden insan doğasından da bahsedebilmemiz mümkün gözükmemektedir.
Son olarak insan doğasının toplumsal bütünlük içinde ortaya çıkan özelliklerinden bahsedelim. İnsan doğası tamamen toplumsal ilişkiler tarafından belirlenen bir süreç değildir. Toplumsal ilişkiler ile insan doğası dediğimiz özelliklerin karşılıklı etkileşimi farklı görüngüleri ortaya çıkarabilir ve bu da bizi bir insan doğası düşüncesinin var olmadığı anlayışına sevk edebilir. Ancak bu görüş sadece insan doğası kavramının özü olarak kabul ettiğimiz şeylerin genellikle statik anlamlar taşıyan yada iyilik, günahkarlık, vs. gibi değer yargıları taşıyan göreceli kavramlar olmasından kaynaklanır. Oysa ki nasıl fizyolojik gereksinimlerden yola çıkarak insanlara üretken bir öz atfettiysek, şimdi de toplumun sürekli olarak yeniden üretilmesini sağlayan, teknik ve doğal değişimler karşısında insanlara adapte olabilme imkanı veren ve de kısaca değişimi içinde barındıran bir kimlikten bahsetmeliyiz. Benim burada önereceğim kimlik devrimciliktir. Tarih boyunca insanların bir araya gelme yöntemlerinin ve kurallarının eşitlik ve özgürlük emellerinin gerçekleştirilmesi yönünde yenilenegelmesini açıklayabilecek en uygun öz de budur.
Elbette yaptığımız tanımın eksik yönleri olacaktır, bu insan organizmasının, psikolojisinin ve toplumsal ilişkilerin (çünkü bizi belirleyen odur) oldukça kompleks süreçler olmasından kaynaklanabilir. Ancak ve aynı zamanda bu eksiklik insan doğasının kendisinin eksikliklerinden ya da insanın yapabileceklerinin sınırlılığından da kaynaklanıyor olabilir. Yine de şunu söyleyebiliriz ki; insan doğasının varlığı ya da içeriği; toplumun, farklı çıkar gruplarının birbirinin kurdu olduğu (korkunç) kabulünden sıyrılıp; bir an için, dünyanın yaşamlar arasındaki gönüllü bir birlikten ibaret olduğunu veya olması gerektiğini algılamadıkça tam olarak anlaşılamayacaktır.
Kaynakça:
* David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metis
* Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı
* Perry Anderson, Postmpdernizmin Kökenleri, İletişim
* Norman Geras, Marx Ve İnsan Doğası, Birikim
* Krishan Kumar, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Dost
Subscribe to:
Posts (Atom)